nedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
4 Şubat 2013 Pazartesi

Realizm ne anlama gelir ve temsilcileri


Realizm yani (Gerçekçilik)  

 Gerçekçilik ana düşüncesini, nesnelerinin var oluşları ve neye benzediklerinin, bizden ve bizlerin onlara ulaşmasından bağımsız olduğu meydana getirir.

Örneğin güneş sisteminde kaç tane gezegenin olduğu, bizim orada kaç tane olacağını düşünmemize, olmasını istememize veya araştırmamıza bağlı olarak değişmez.  

Yine elektronların veya güç alanlarının var oluşları veya dayandığı temeller, bizim inandığımız teori olmadan da vardırlar. Diğer anlatımla Realizm, evrende gözlemcinin bilincinden bağımsız bir gerçeklik olduğu görüşüdür.

Realizm, gerçekle olan uygunluğu ele alır ve gerçek hakkındaki bilgilerimizi insanoğlunun bilmeye ve kavramaya ait kabiliyetlerinin mümkün olan en iyi uygulamalarından sonra inandığı gibi ayrı bir konu olarak tanımlar. Bu durum, özün değişiminden çok görüş açısının değişimidir. Bazı nesnelerin bizden bağımsız olarak var olduğunu düşünüyorsak doğru yargılamanın, kararlarımızın nesnenin yoluyla uyuşması gerektiği fikriyle örtüşmesini düşünmemiz normaldir. Eğer nesne, bizim bilmeye veya kavramaya ait yeteneklerimizle tanımlanıyorsa, gerçek yargılama sadece özelliklerin bize yargılamak için önderlik etmesi anlamına gelir.

Realizmde iki karşıt görüş vardır:

1. Realist kimsenin, düşünülen gerçek nesnelerin veya özelliklerin bizim deneyimlerimize nasıl bir katkısı olduğunu hesaba katmadığıdır.

2. Realistin inandığı nesnelerin veya özelliklerin inanılmaz olduğudur. Realizme karşı olanların stratejilerini iki madde altında ele alabiliriz :

a. Gerçekçi veya potansiyel, var olmayan fikirlerin düşünülen benzeyişine karşı çıkar. Böylece, ahlaki ve estetik kararların farkını hissederiz, örneğin, kararların şartların görünüşüne ve gözlemcinin durumuna bağlı olması kavramı.

b. Benzeyişi kabul eder. Fakat, bunu, nesnelerin bağımsız yapısından ziyade, bizim yapımızın benzerliğinden ortaya çıkmış olarak açıklar. Bundan dolayı, ahlaki tarafsızlığın aslında bir öznellik olduğu tartışılmaktadır. Bu durum, dünyada, bağımsız ahlaki özelliklerden ziyade insanın psikolojik tepkilerinin bir sonucudur ya da sınıflandırmanın değişik dillerdeki düzenleri arasındaki benzerlik, gerçek evrenselliğin bizim üzerimize uyguladığı zorunluluğun değil insanın temel ilgilerinin bir sonucudur. Kant, zamana ve mekana bağlı olarak değişen çevremizin deneyiminin bile kendi içinde dünyevi doğası olmayan veya diğer varlıkların kanuni olarak tepki gösterdikleri şeylere bir insan tepkisi olduğunu savundu. Buna göre, benzeyiş tartışmasının çok soyut bir realizm kurmak için kullanıldığı düşünülebilir.


  Realizmin iki güçlü temsilcisi Gustave Flaubert'in Madame Bovary adlı romanı ile  Zola'nın Nana adlı romanında cinsellik ve şiddet edebi bir mikroskop altında incelenerek olanca çıplaklığıyla ortaya konulmuştur. Realizm felsefesinin altında güçlü bir felsefi belirlenimcilik yatar.

Fransız edebiyatında Flaubert ile Zola'nın yanısıra Balzac, Stendhal, Rusya'da  Tolstoy, Ivan Turgenyev,  Dostoyevski, İngiltere'de Charles Dickens ve Anthony Trollope, Amerika'da Theodore Dreiser, İrlanda'da James Joyce realizmin önemli temsilcileridir.

Realizm, 20. yüzyıl romanının gelişimini de önemli ölçüde etkilemiştir.







1 Şubat 2013 Cuma

Fabl nedir ve fabl yazarları


                                          

                              Fabl  


Fabl ya da Öykünce sonunda ders verme amacı güden, güldüren, düşündüren ve genellikle manzum öykülerdir. Genellikle hayvanların ve bitkilerin konuşmasıdır. Fablların kahramanları genellikle hayvanlardır. Ama bu hayvanlar insanlar gibi düşünür, konuşur ve tıpkı insanlar gibi davranır.Hayvanlar ,insanlarda hangi özellik varsa onlara sahiptiler

Dünyanın en ünlü fabl yazarları Ezop, La Fontaine ve Beydeba'dır. Ezop'un fablları M.Ö. 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiştir. ABD'li James Thurber ve İngiliz George Orwell çağdaş fabl yazarlarıdır. Fabl'ı ilk olarak yazanlar Friglerdir. Hititler fablları taş tabletlere yazıp resimliyorlardı. Fabl'lar günümüzde eğitimde çok fazla kullanılmaktadır.
"Fabl" sözcüğünün kökeni Latince "hikaye" manasına gelen "fabıla"dır. Fakat bu sözcük zamanla bir ahlak ilkesi veya davranış kuralını anlatan kısa sembolik (simgesel) bir hikaye türünün adı olmuş.
Bu tür hikayelerin, kahramanları çoğunlukla hayvanlardır. Hikaye kahramanı bu hayvanlar, kendi özelliklerini korumakla birlikte insan gibi konuşurlar. Esasen "fabl" bu özelliği nedeniyle masalımsı eserler arasında yer alır.
Fabllar hem nazım, hem nesir biçiminde olurlar.
Fablın sonunda her zaman bir ahlak dersi (kıssadan hisse) vardır. Bu ders kısa, açık ve doğru olmalıdır ve mutlaka öykünün doğal bir neticesi gibi görülmelidir.
Fabllar teşhis ve intak sanatları üzerine kurulmuştur.
Fabllarda öğretici (didaktik) bir amaç güdülür, gündelik hayatla ilgili dersler ve öğütler verilir. Okurlar çoğu zaman verilen dersin veya öğüdün ne olduğunu anlamakta zorluk çekmezler. Çünkü bu ders veya öğüt eserin bir yerinde, çoğu defa sonunda, bir atasözü ya da özdeyiş biçiminde açıkça belirtilir. Fabllarda basit ahlak ilkelerine değinildiği gibi insanların birçok kusurlu yönüne de dikkat çekilir.
Fabllerde soyut konular, olay planıyla hem somutlaştırılarak hem de hareket kazandırılarak işlenir. Olaylar bizi güldürürken eğitir. İnsanlar arasında geçen iyi-kötü, cesur-korkak, dürüst-ikiyüzlü, gözü tok-aç gözlü... vb. çatışmalar; bu niteliklerin yakıştırıldığı hayvan kahramanlar arasında geçmiş gibi gösterilir.
Fabllar aracılığıyla kanaatkarlık, özveri, yardımseverlik, iyi niyet gibi olumlu davranışlar çocuğa kazandırılabilir. Özellikle 8-12 yaş grubu çocuklar fabl okumaktan ve dinlemekten büyük zevk alırlar. Kanaatkarlık, tamahkarlık, kıskançlık, paylaşımcılık gibi çocuklar tarafından anlaşılması güç kavramların somut olaylarla anlatılması sebebiyle çok önemli bir eğitim aracı olarak kabul edilmelidir.
Kişilerin ve çocukların yakınlık duyduğu sevdiği varlıklar olduğu için fabllar, çocukların ilgisini çeker. Öykülemenin kısa oluşu da çocukların fabllara duyduğu ilginin bir başka sebebidir. Sıkmadan verilen öğütler, bu nedenle çocukların eğitiminde yararlı olur.
Fabllar eğlendirici ve sevimlidirler.
Dramatizasyona uygun oluşları anlatımlarındaki hareketliliği eyleme dönüştürmeye yardımcı olur. Böylelikle yaşayarak öğrenmeye uygundurlar.
Fabllar olay anlattıkları için bir başka şiiri okumaktan ya da ezberlemekten daha çok çocukların ilgisini çeker.
Fabllar insan belleğinde çok kolay saklanabilen ve ortaya çıkarılabilen özelliklere sahip olduğu için sözlü gelenek içinde de yaşatılabilmektedir.
Bütün uluslarda ortak bir nitelikte olan fabllar basit, pratik ahlak ilkeleridir.

Fablın Öğeleri

Fablın dört ögesi vardır: kişiler, olay, zaman, yer.

1- Kişiler: Fablin konusu olan olay, kişileştirilmiş en az iki hayvanın başından geçer. Bunlardan biri iyi ahlaklı bir tipi, diğeri kötü ahlaklı bir tipi canlandırır.Fabllerde ikinci derecede kişiler çok azdır, bazen yoktur. Kişi betimlemesi yoktur.Kahramanlar arasında tilki varsa biz onu kurnaz insan yerine koyarız; arslan varsa cesaretine güvenen biri yerine koyarız. Kısa olay bile bütün yönleriyle değil, yalnızca fable konu olan yönüyle tanımlanır. Derinlemesine duygu çözümlemelerine yer verilmez.Fabllerde bir de anlatıcı kişi vardır. Bu kişinin de betimlemesi yapılmaz, cinsiyeti verilmez. Anlatıcı kahramanları izler, dersini alır. Böylece dinleyen ile aynı görüşü paylaşır.

2- Olay:

 Fablın konusu insan başına gelebilecek her hangi bir olaydır. Olay,kahramanın eyleme dönüşmüş beğenme, istek, özlem, öfke, korku... gibi tutkuya dönüşmüş duygularından doğar. Fablın gövdesini bir olay oluşturur, asıl önemli olan fablın anlatılış nedenidir. Buna "ders" denir.
3- Yer:
 Tasvir yapılmaz fakat çevre çok iyi verilmelidir: Orman, göl kenarı,yol... gibi. Olayın geçtiği yer olayla birlikte değişebilir.
4- Zaman:
 Her olay gibi fabldeki olay da bir zaman diliminde geçer. Kronolojik zaman kullanılır.
Fablın Bölümleri
Fabl planı dört bölümdür: Serim, düğüm, çözüm, öğüt.
1- Serim: 
Olayın türüne, çıkarılacak derse göre kişileştirilmiş hayvanlar ve çevre tanıtımının yapıldığı bölümdür.
2- Düğüm:

 Olay o çevrede verilmek istenen derse göre gelişir. Kısa ve sık konuşmalar vardır. Hemen birkaç konuşma ile olay düğümlenir.
3- Çözüm: Olay beklenmedik bir sonuçla biter. Fablın en kısa bölümüdür.
4- Öğüt: Ana fikir bu bölümde öğüt niteliğinde verilir. Bu bölüm kimi zaman başta, kimi zaman sondadır. Kimi zaman da sonuç okuyucuya bırakılır.
Fabl Türünün Gelişimi
Batıda ve dünyada ilk fabl yazarı olarak Frikyalı Aisopos (Ezop) gösterilir. Ezop’un M.Ö. 620-650 yılları arasıda yaşadığı ve baskıcı bir yönetim yüzünden düşüncelerini küçük hayvan hikayeleri ile anlattığı söylenmektedir. Ezop'un fablları MÖ 300 yılında derlenerek yazıya geçirilmiştir.
Doğuda ilk fabl örneklerine eski Hint edebiyatında MÖ 200 yıllarında Pançatantra masallarında rastlamak mümkündür. Ancak çok daha sonraki yüzyıllarda (MS 100-150) ortaya çıkan bu eserin yazarının kim olduğu ve hangi yıllar arasında yaşadığı henüz bilinmemektedir. Bu türün diğer örneği ise MS 300 yılında Beydaba tarafından meydana getirilmiştir. Beydaba, Kelile ve Dinme adlı eserini Debşelem adlı Hint hükümdarı zamanında yazmış ve ona sunmuştur.
La Fontaine, Ezop’un ve Beydaba’nın Latinceye çevrilmiş eserlerinden ve yine kendisinden önce yaşamış, Phaedrus, Planudes, Edmund Spenser gibi şairlerden yararlanarak Fabl türünde usta eserler meydana getirmiştir.
Fars edebiyatında 8.-14 yüzyılda yaşamış ve toplumsal eleştirileriyle ilgili eserler kaleme almış olan ünlü mizahçı Ubeyd-i Zakani ve 11/16. yüzyılda hayatını sürdürmüş olan Muhammed Bakir Meclisi’nin Fare ile Kedi (Muş u Gurbe) adlı eserleri vardır.
Sadi’nin Gülistan ve Bostan adlı eserlerinde hayvan hikayelerini anlatan bir çok örnek mevcuttur.
James Thurber ve İngiliz George Orwell çağdaş fabl yazarlarıdır.
Türk Edebiyatında Fabl
Türkçedeki ilk örneği Harname'dir.
Ahmet Mithat, Kıssadan Hisse adlı eserini ahlaki gaye güderek yazmıştır. Bu eserde yazar, Ezop’tan, La Fontaine’den yapmış olduğu çevirilere ve kendi yazmış olduğu fabllere yer vermiştir .
Recaizade Mahmut Ekrem, La Fontaine’den Horoz ile Tilki, Kurbağa ile Öküz, Karga ile Tilki, Meşe ile Saz, Ağustos Böceği ile Karınca gibi bir çok çeviriler yaparak bu alanda Türk Edebiyatına katkıda bulunuştur.
Ali Ulvi Elöve Çocuklarımıza Neşideler, adlı şiir kitabında La Fontaine, Victor Hugo, Lamartine’den yaptığı çevirilerin yanında, yine bunlardan esinlenerek yazdığı fabl türü şiirlere de yer vermiştir.
Nabizade Nazım’ın Bir Sansar ile Horoz ve Tavuk adlı eseri vardır.
Tarık Dursun K.’nın fabl üzerine bir çok eseri mevcuttur. La Fontaine, Ezop ve Krilov’dan çeviriler yaparak yayınlayan yazar, hayvanlarla ilgili bir çok hikaye de yazmıştır.
Nurullah Ataç, Orhan Veli Kanık, Ömer Rıza Doğrul, Kemal Demiray, M. Fuat Köprülü, Vasfi Mahir Kocatürk, Siracettin Hasırcıklıoğlu, Sebahattin Eyüboğlu fabl türü ile ilgilenmiş çeviri yapmış, araştırmalarda bulunmuşlardır.
Fabl’ların Genel Özellikleri
“Fabl” sözcüğünün kökeni latince “hikaye” anlamına gelen “fabula”’dır. Fakat bu sözcük zamanla bir ahlak ilkesi veya davranış kuralını anlatan kısa sembolik (simgesel) bir hikaye türünün adı olmuştur. Bu tür hikayelerin, kahramanları genellikle hayvanlardır. Hikaye kahramanı bu hayvanlar, kendi özelliklerini korumakla birlikte insan gibi konuşurlar. esasen “fabl” bu özelliği nedeniyle masalımsı eserler arasında yer alır. Fabl’lar hem nazım, hem nesir biçiminde olurlar. Fabl’ın sonunda her zaman bir ahlak dersi (kıssadan hisse) vardır. Bu ders kısa, açık ve doğru olmalıdır ve mutlaka hikayenin doğal bir sonucu gibi görülmelidir. Fabllarda öğretici (didaktik) bir amaç güdülür, gündelik hayatla ilgili dersler ve öğütler verilir. Okurlar çoğu zaman verilen dersin veya öğüdün ne olduğunu anlamakta zorluk çekmezler. Çünkü; bu ders veya öğüt eserin bir yerinde, çoğu kez sonunda, bir atasözü veya özdeyiş biçiminde açıkça belirtilir. Fabllarda basit ahlak ilkelerine değinildiği gibi insanların bir çok kusurlu yönlerine de dikkat çekilir. Fabllar vasıtasıyla kanaatkarlık, özveri, yardımseverlik , iyi niyet gibi olumlu davranışlar çocuğa kazandırılabilir. özellikle 8-12 yaş grubu çocuklar fabl okumaktan ve dinlemekten büyük zevk alırlar. Kanaatkarlık, tamahkarlık, kıskançlık, paylaşımcılık gibi çocuklar tarafından anlaşılması güç kavramların somut olaylarla anlatılması sebebiyle çok önemli bir eğitim aracı olarak kabul edilmelidir. fabllar insan belleğinde çok kolay saklanabilen ve ortaya çıkarılabilen özelliklere sahip olduğu için sözlü gelenek içinde de yaşatılabilmektedir. çoğu manzum olan fablların başlıca amacı belli bir ana fikrin yalın veya birkaç olayın yardımıyla en kısa yoldan açıklamaktır.
Bundan dolayı fabllar kısadır ve şu dört bölümden oluşur:
1- Olayın ve kahramanların tanıtıldığı giriş bölümü
2- Olayın entrikalarla düğümlendiği gelişme bölümü
3- Düğümün çözüldüğü sonuç bölümü
4- Olay ve olayların arkasında yatan ana fikrin açıklandığı ders bölümü (kıssadan hisse bölümü)
Bütün uluslarda ortak bir nitelikte olan fabllar basit, pratik ahlak ilkeleridir. Bu sebepledir ki fabl yazarı ünlü latin şairi Phédre “fabl insanların kusurlarını düzeltmeye yaramalıdır.” der.


Kaynak: fabl.nedir.com 
30 Ocak 2013 Çarşamba

Maya uygarlığı


Maya uygarlığı 



Kızılderili Maya halkları tarafından kurulan Kolomb öncesi Amerika uygarlıklardan biridir. Bir Orta Amerika uygarlığı olan Maya uygarlığı, binlerce yıl boyunca Meksika'nın güneydoğusundan, Honduras, El Salvador ve Guatemala'ya kadar uzanan Mezoamerika bölgesinde hüküm sürmüştür.


Meksika’nın güneydoğusunda beş devlet kurmuş Mayalar (Campeche, Chiapas, Quintana Roo, Tabasco ve Yucatán), tarihleri boyunca yüzlerce lehçe üretmişlerdir ve bu lehçelerden bazıları günümüzde hâlen konuşulan 21-44
Maya dilinin oluşumunu sağlamıştır.

 Bu uygarlık MÖ 600 dolaylarında yükselişe geçmiş, M.S. 3. yüzyılda altın çağına (klasik dönem, M.S. 250-900) adım atmış, kent-devletlerinin siyasi kargaşalar sonucunda çöktüğü M.S. 900'e dek, geniş bir alanda varlığını sürdürmüş ve İspanyol işgaliyle de sona erme sürecine girmiştir.
 Maya uygarlığı birçok bakımdan sona ermişse de, yaygın inanışın aksine Mayalar yok olmamışlardır, hâlen bu ülkelerde yaşamakta ve Maya dillerinden bazılarını konuşmaktadırlar

“Eski Mayalar”ın (Mayalar'ın bugünkü torunlarına kıyasla kullanılan deyim) astronomi, matematik, mimari ve sanat gibi birçok alanda ileri bir uygarlık düzeyinde oldukları görülmektedir. Rabinal Achí,
 Popol-Vuh, Chilam Balam gibi eserlerin bulunduğu Maya edebiyatı bu kültürün yaşamını betimlemektedir. İspanyol işgali 1697’de Itzá Mayaları’nın başkenti Tayasal’ın
 ve Guatemala’daki Ko'woj Mayaları'nın başkenti Zacpetén’in
 alınmasıyla tamamlanmış, son Maya devleti ise 1901’de başkentinin (Chan Santa Cruz) [9]Meksika tarafından işgaliyle ortadan kalkmıştır.
Mayaların yurdu üç bölgeye ayrılır: Güneyin “Yukarı Topraklar”ı, güneyin (ya da ortanın) “Aşağı Topraklar”ı ve kuzeyin “Aşağı Topraklar”ı. ”Yukarı Topraklar” Guatemala ve Chiapas’ın irtifa seviyesi yüksek topraklarını kapsar. Güneyin aşağı toprakları “Yukarı Topraklar”ın hemen kuzeyinde yer alır ve Meksika’daki Petén’i (Campeche), Quintana Roo’yu, kuzey Guatemala’yı, Belize’yi ve El Salvador’u kapsar. Kuzeyin “Aşağı Topraklar”ı ise Yucatan
 Yarımadası’nın kalan kısmını ve Puuc Tepeleri’ni kapsar.[11]
Klasik-öncesi dönemden itibaren olağanüstü yapılar inşa eden ve Nakbé, Mirador, San Bartolo, Cival gibi büyük kentler kurmuş olan Mayaların klasik dönemde kurdukları ünlü kentlerden bazıları Tikal, Quiriguá (her ikisi de Dünya Miras Listesi’ne alınmıştır)[12], Palenque, Copán, Río Azul, Calakmul, Ceibal, Cancuén, Machaquilá, Dos Pilas, Uaxactún, Altún Ha, Piedras Negras’tır. Maya uygarlığının en ilgi çekici anıtları dinsel merkezlerdeki piramitlerdir. Ayrıca yöneticilerin sarayları ve duvar resimleri ve sıvayla süslü soylu kişilerin konutları da ilgi çekici anıtlar arasında yer alırlar. İlgi çekici Maya eserlerinden biri de, usta taş yontuculuklarıyla işledikleri, yöneticilerin şecerelerinin ve askerî zaferlerin betimlendiği, Mayalarca tetun (“ağaç-taş”) adı verilen anıtsal dikilitaşlardır. Mayaların ticari malları arasında yeşim taşı, kakao, mısır, tuz ve obsidyen taşı sayılabilir. Ön-Türkler gibi Mayalar da yeşim taşına özel bir önem vermişlerdir.[13]

Faşist nedir?


Faşist  


               Kendi düşüncesinin doğru olduğuna inanan ve diğer insanların düşüncesine saygı göstermeyen hatta diğer insanları da kendi gibi düşünmeye zorlayan insana denir


Faşizm, kurucusu sayılan Benito Mussolini , İtalyan filozof Giovanni Gentile’nin Benito Mussolini’den etkilenerek 1920'li yıllarda ardı ardına yayımladığı kitaplarla ilkeleri belirlenmiş bir siyasi doktrindir.

Gentile’den yoğun olarak etkilenen ve faşizmi bir dünya görüşü olarak benimseyen İtalyan lider Benito Mussolini’nin 1922’de İtalya’da iktidarı ele geçirmesinin ardından, Mussolini iktidarı döneminde, İtalya’da resmi ideoloji olarak yürütülmüştür. Kısa süre içerisinde genel anlamıyla baskıcı, otoriter rejim anlayışını betimler bir nitelemeye dönüşmüş ve Nasyonal Sosyalizm başta olmak üzere, anti-demokratik ideoloji ve yönetim sistemlerinin tamamına halk tarafından verilen genel bir isim halini almıştır.


Kavramın kökeni Antik Roma yöneticilerinin geniş hükümet yetkisini sembolize eden ucunda balta bulunan bir çubuk demetinin adı olan Latince fasces sözcüğünden ileri gelir. Aynı simge daha sonraları Fransız Devrimi sırasında Aydınlanma anlamında, halkın elindeki devlet gücünü temsil etmek üzere kullanılmıştır. Söz konusu sembol bir takım değişikliklerle 1926 yılından itbaren İtalya’nın resmi devlet sembolü olmuştur. Sembolün üçlü anlamı, yani devlet gücü, halk mülkiyeti ve birliktelik Mussolini’nin propagandasında kullanılmıştır.
Faşizm nedir?
Faşizmde toplumsal yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir tek ideoloji bağlayıcı olarak ilan edilir. Gerek devlet gerekse de iktidarın dünya görüşüne göre ve lider ilkesine göre örgütlenir ve belirlenir. Basın ve yayın kuruluşlarının mevcut ideolojiye göre yayınlar yapması zorlanır. Hakim görüşe zıt düşünceler ve muhalif seslerin çıkması çeşitli baskı unsurlarıyla önlenir. Aykırı yayın yapanlar sansürlenir, kapatılır veya başka türlü yollarla engellenmeye çalışılır. Böylece hakim düşüncenin karşısına farklı düşüncelerin çıkmasının önüne geçilmiş olunur ve tek tip düşünce, toplumda baskın hale getirilir. Faşizmin boyutu, bu koşulların ne kadarının somut olarak uygulamaya geçirildiğiyle doğru orantılıdır.
Faşist hareketler yaklaşık olarak bütün Avrupa ülkelerinde ve bir çok Latin Amerika ülkesinde bulunur. İspanya İç Savaşı’nda (1936-1939) Francisco Franco yönetimindeki falanjlar İtalya ve Almanya desteği sonucu iktidara gelmişler ve 1975’e kadar iktidarlarını devam ettirmişlerdir. İspanya’da António de Oliveira Salazar Estado Novo ile faşist bir rejim kurmuştur. Avusturya’da Almanya’yla birleşmeye karşı çıkan Avusturya Faşizmi rejimi kurulmuştur. II. Dünya Savaşı sırasında Almanya Hırvatistan’daki almanya Rejimi gibi birçok faşist harekete yardım etmiştir.
Faşist'in sözlükteki anlamı nedir?
1- Faşizm yanlısı olan (kimse, görüş vb.).
2- Çevresindekilere baskı yapan.











Kaynak: http://fasist.nedir.com/#ixzz2JS5SsKtq
25 Ocak 2013 Cuma

FETRET DEVRI ,nedir.?


 FETRET DEVRI

Osmanli tarihinde, kardeslerin saltanat mücadelisi verdikleri ve 1413 yilina kadar devam eden karisikliklar dönemi diyebilecegimiz "Fetret Devri", Timur'un uyguladigi bir siyasetin sonucu olarak ortaya çikmistir.

Yildirim Bâyezid, Ankara Savasi'nda Timur'a esir düstügü zaman en büyükleri Süleyman olmak üzere Isa, Mehmed, Musa, Mustafa ve Kasim adlarinda alti erkek çocuga sahipti. Bunlardan besi babalari ile birlikte Ankara Savasi'na katilmislardi. Kasim ise çok küçük oldugundan Bursa'da kalmisti.

Süleyman Çelebi, muharebenin kayb edildigini görünce babasinin emri üzerine Vezir-i Azam Çandarlizâde Ali Pasa, Murad Pasa, Yeniçeri agasi Hasan Aga ve Subasi Eyne Bey ile birlikte yanindaki kuvvetlerle Bursa'ya gelmis, buradan da küçük sehzade Kasim'i alarak büyük zorluklarla Rumeli'ye geçebilmisti. Isa Çelebi, muharebe meydanini terk ettikten sonra Balikesir taraflarinda saklanmis, Mehmet Çelebi Amasya'ya çekilmis, Musa ve Mustafa ise babalari ile birlikte esir düsmüslerdi.

Asil gayesi, güçlü bir Osmanli Devleti yerine, kendisine bagli ve onun yüksek hâkimiyetini taniyan parçalanmis birkaç Osmanli Beyligi meydana getirmek olan Timur, baslangiçta bu gayesine ulasmis görünmekteydi. Ayrica o, Yildirim Bâyezid tarafindan kurulmaya çalisilan Anadolu birligini de parçalamak istiyordu. Bu sebeple Anadolu beylerine ait yerleri Osmanlilardan atip tekrar eski sahiplerine verdi. Geriye kalan Osmanli ülkesini de Bâyezid'in dört oglu arasinda paylastirmisti Edirne'de bulunan Emir Süleyman'a Rumeli'deki yerleri verip kendisine tabi oldugunu ifade eden hükümdarlik alâmeti olarak kemer, külah ve hil'at göndermistir. Diger sehzadelerden Isa Çelebi Balikesir ve Bursa'da, Mehmed Çelebi Amasya'da, Musa Çelebi ise Isa'yi Bursa'dan çekilmeye mecbur ederek Bursa'da Timur'un al damgasiyla hükümdar olmuslardi.

Ankara Savasi'ndan sonra Anadolu'da sekiz ay kadar kalan Timur, uyguladigi siyasetin meyvelerini verdigini gördükten sonra Doguya dönüp Çin seferine çikarken arkasinda biraktigi Anadolu'nun politik yapisi Sultan I. Murad'in hükümdarligi sonundaki durumu andiriyordu. Timur, Bâyezid'in ele geçirdigi topraklari geri almisti. Böylece Sultan Murad'in Ankara'dan Akdeniz'e açtigi Osmanli koridoru kapanmis oluyordu.

Karamanoglu Mehmed Bey, Anadolu'nun üçte birini kaplayan ve içlerinde Hamidogullari ve Germiyanogullari'nin topraklarinin dogu bölgeleri ile Kayseri, Isparta, Antalya ve Alaiyye gibi kentler bulunan büyük bir devletin basina getirilmisti. Timur, Anadolu'da Osmanlilara karsi koyabilecek bir güç meydana getirmek için böyle yapmisti. Mehmet Bey, Osmanlilar da dahil olmak üzere bütün beyliklerin emiri olarak ilân edilmisti.

Timur'un, Anadolu'da uyguladigi bu parçalama politikasi sonucunda Osmanli ülkesi sehzadeler arasinda taksim edilmis, on bir sene süren ve tarihlerde Osmanli Devleti'nin parçalanmasindan dolayi "Saltanatta Ara" denilen ve kanli hadiselerle dolu bir devrin açilmasina, fetihlerin durmasina, Istanbul Imparatoru'nun türlü entrikalarla bu durumu körüklemesine sebep olmustu. Hatta bazi Avrupalilar, yeni bir Haçli Seferi düzenledikleri takdirde Osmanlilar'i Avrupa'dan atabileceklerini düsünür olmuslardi.

Ankara Savasi ve bunun sonucunda bir daha kalkinamamasi plâni ile Osmanli Devleti'nin parçalanmasi bu devlet için mühim ve büyük bir darbe olmakla birlikte çeyrek asirda kendisini sür'atle toplamaya muvaffak olmasi bu devletin teskilât ve müesseselerinin saglamligini göstermektedir. Buna karsilik Hindistan, Iran, Azerbaycan, Irak, Suriye ve Ege Denizine kadar genis topraklar üzerinde fetihlerde bulunmus olan Timur'un, ölümünden kisa bir müddet sonra devletinin ortadan kalkmasi, onun sadece tedhise dayali bir devlet kurdugunu göstermektedir.

Kaynak: Osmanli tarihi

15 Ocak 2013 Salı

Mısır Piramitleri



Mısır Piramitleri
Mısır Piramitleri , Mısır’da yer alan eski piramit şekillerde yapılardır. Mısır’da 100’den fazla piramit vardır. Piramitlerin çoğu Eski Krallıkbng Dönemi’nden Orta Krallık Dönemi’ne kadar firavunların mezarı için inşa edilmiştir. Bilinen en eski piramit 3. Hanedan döneminde inşa edilen Basamaklı Piramit’tir. Bu piramit ve etrafını çevreleyen bloklar; mimar İmhotep tarafından tasarlanmıştır. Ayrıca bu yapılar dünyanın en eski şekilli taşlardan inşa edilmiş yapısıdır. En çok bilinen piramitler Gize’de bulunmuştur. Birkaç Gize Piramidi inşa edilmiş en büyük yapılardandır. Gize Piramitleri’nin en büyüğü olan Keops Piramidi şu ana kadar zarar görmeden ayakta duran, Dünya’nın Yedi Harikası’ndan biri olarak görülmektedir.


Mısır piramitleri yeryüzündeki anıt-kabirlerin en eskileri ve en büyükleridir.Bunların en haşmetlisi olan Keops Piramidi dış görünüşü ile de “Dünyanın Birinci Harikası” olma niteliğine hak kazanmıştır. Piramitler, firavunun mumyası ile hepsi birbirinden değerli eşsiz nitelikteki sanat eserlerini; kral, kraliçe, prens heykellerini de içlerinde saklıyordu ve bu eşsiz hazineleri saklamak için yapılmışlardır.

Bilimsel geleneğe göre, Büyük Piramit 20 yılda yapılmıştır; Önce bir kent yapılmış, taş blokları taşınmış ve yığılmıştır. Yüzeyin düzleştirilmesi için uzun zaman çalışıldığı sanılıyor. Ama taş blokların nasıl yerleştirildiği henüz anlaşılmış değil, çeşitli kuramlar üretiliyor; Bir kurama göre yapılan spiral bir rampaya çıkarılan taş bloklar üst üste konuluyordu. Rampa çamur kaplanıyor, sulanıyor ve taş bloklar itilerek kaydırılabiliyordu. Herodot’un yazdığına göre bu rampanın inşaası da 10 yıl sürmüş. Bir diğer kurama göre, taş bloklar dev manivelalarla kaldırılıyordu. Başka bir inanışa göre ise önce temeller kazılmış (100,000 işçi tarafından elle), sonra kesilen, tanesi iki tonluk iki milyon taş taşınmış (100,000 işçi tarafından elle) ve son olarak üstüste dizilmiş. Yüzeyin pürüzsüz olması için bir dış kaplama yapılmış ama sanıyoruz güneş, klor, egzoz ve kum fırtınaları dış kaplamaları pek bir yıpratıyor. Aslında Piramitlerin merdivenli değil, düz bir yüzey şeklinde inşaa edildiği düşünülmektedir.

Piramitler nasıl yapıldı  

Piramitin merdiven basamakları için oluşturulan merdiven rampası diğer piramitlere göre daha dik açıya sahiptir. Bu tipin izleri Sinki, Meidum, Gize, Ebu Ghurob ve Lisht’te bulunmuştur. Belki de I. Anasatasi’nin 19. Hanedan papirüsünde anlatılan sarmal rampaya başlıca itiraz bunun neyin üzerine dayanacağı ve piramitin büyük bir kısmı sarıldığı takdirde düzeltme hesaplarının ve kontrollerin nasıl yapılacağı sorusudur. Piramitin bir yüzünde zigzaglı bir yol basamak piramitlerinin yapımında en etkili yol olacaksa da, Sakkara, Sinki ve Meidum basamaklı piramitlerinde bunun kullanıldığını gösteren bir ize rastlanılmamıştır.

İç rampa izleri Ebusir’de Sahure, Niuserre ve Neferirkare’de ve Sakkara’daki Pepi H’de görülmektedir ama iç doldurulduktan sonra yine de bir tür dış rampa gerekecekti. Piramitin içinin teraslı olmasının piramitin kenarında basamak basamak daha küçük rampalar dizisinin kullanılmasını daha uygun yapacağı iddia edilmiştir.

Dış kaplama yapıldığında bunların kalıntıları hiç kuşkusuz kaybolacaktı. Piramitten vadideki tapınağa uzanan geçitlerin de rıhtımdan inşaat yerine inşaatçı rampası olarak kullanılmış olması da mümkündür (rıhtım, Nil’e bir kanalla birleştirilmişti).

Kullanılan rampa tiplerinin sorunu dışında tartışmalar, taş blokların yerlerine kaldırılma yöntemleri Üzerinde de yoğunlaşmıştır. Mısırlılar vinç ya da palanga yöntemleri kullanmadıkları için, blokları yerlerine yerleştirmede ahşap ve bakır kaldıraçlar kullanıldığı kabul edilmektedir.

7 Ocak 2013 Pazartesi

AIDS nedir.?




aıds mümkünse bu hastalığa yakalanmadan önce 

önemsemek lazım

geç kalmış olmayalım 

AIDS, Acquired Immuno Deficiency Syndrome kelimelerinin kısaltması olarak ortaya çıkmış ve  Bağışıklık Sistemi Sendromu olarak Türkçe'ye çevrilmiştir.  ilk olarak 1981 yılında Amerika da   keşfedilmiştir

.Keşfinden hemen sonra hızla yayılarak; erkek, çocuk, siyah, beyaz, Latin, Asyalı, zengin, fakir demeden bir çok insanın ölümüne neden olmuştur.Günümüze kadar AIDS'ten 225.000 kişinin öldüğü kaydedilmiştir.

Bu sayı her 13 ila 15 ayda ikiye katlanmaktadır.AIDS için halen kesin olarak bilinen bir tedavi yöntemi bulunmamaktadır.

AIDS'ten korunmak bu tehlikeli ve ölümcül virüsün yayılmasını önlemek için uygulanabilecek tek yoldur. HIV, Human Immune Deficiency Virus, vücut bağışıklık sistemi virüsü, AIDS tamamen vücut bağışıklık sistemi ile ilgili olduğundan, hastalığa sebep olan virüse bu isim verilmiştir.Virüs, insan vücudunun hastalıklara karşı direncini sağlayan bağışıklık sistemini etkisiz hale getirmektedir.Vücut bağışıklık sisteminin etkisiz hale gelmesi, virüsten etkilenmeden önce kolayca başedebildiği deiğer hastalık mikroplarıyla artık çarpışamayacak duruma gelmesi demektir.Bu da basit bir enefeksiyonun bile ölümcül hale gelmesine sebep olabilir.

AIDS hastalarının yarısından çoğu bağışıklık sistemlerinin etkisiz hale gelmesi yüzünden basit enfeksiyonlara yenilerek hayata veda etmişlerdir. İnsan vücudu bir defa HIV virüsü ile enfekte olmuşsa artık bu virüsün hiçbirşekilde yok edilmesi yada vücuttan atılmasımümkün değildir.
Fakat,virüsün etkilerine engel olmak için bir takım ilaçlar geliştirilmiştir. Bunlardan ilki ve ençok bilineni AZT (Zidovudine) adı verilen ilaçtır. 
Bu ilaç virüsün çoğalmasını engellemektedir.AZT AIDS virüsünün meydana getirdiği belirtilerin görünmesini engellemekte ve AIDS'li hastanın yaşamının kısmende olsa uzamasını sağlamaktadır. Bilim adamları AIDS'le savaşabilmenin diğer yollarını aramaya devam etmektedirler.Son yıllarda bu konuda büyük gelişme kaydedilmiştir.AIDS'e karşı korunmak için aşıların testleri halen deneysel aşamadadır.1990 yılının başlarından itibaren bu konuda başarılı sonuçlar kaydedilmektedir. AIDS dokunma, öpüşme, solunum gibi dış kontaklarla bulaşan bir hastalık değildir.Bu nedenle insanların AIDS'li hastalara yaklaşmaması yada onları toplumdan dışlaması hem gereksiz hemde yanlış bir tutumdur. Çünkü AIDS'li bir hastaya dokunarak veya yanında bulunarak AIDS'e yakalanmanın mümkün değildir.Ayrıca AIDS evcil hayvanlardan, tuvaletlerden, yüzme havuzlarından, tabak yada bardaklardan bulaşıcı özellik göstermez
.Bu nedenle insanların bu konularda korkutulması yada yersiz bir kaygıya neden olunması çok yanlıştır.AIDS'in ana bulaşma yolu seksüel birleşme, uyşturucu kullanıcılarının enjektyörlerini paylaşması ve çok da az olsa kan transferidir.Ne yazık ki, AIDS hastalığına yakalanmış hamile bir kadının daha doğmamış bebeğide bu hastalığa yakalanmış demektir. Neden AIDS'i daha önce duymamıştık? AIDS 1981 yılına kadar tanımlanmış bir hastalık değildi.AIDS'in izinin sürülmesidoktorların bu bilinmeyen hastalığı yeterli derecede tanımasıyla başladı.AIDS'in ilk rastlandığı 1981 yılında ABD'de 316 kişinin AIDS hastalığına yakalandığı tesbit edilmiştir.Beş yıl sonra 1986 Ağustos'unda 23.000 vaka rapor edilmiştir.Hastalığın artışı büyük bir hızla devam etmiş ve 1990'larda sadece ABD'de 60.000 nin üstünde AIDS hastası tesbit edilmiştir.Bu hızlı artış, bilim adamları, doktorlar ve hükümetler için bir alarm sinyali olmuş ve onları konuyla ciddi biçimde ilgilenmeye itmiştir.AIDS'in gerçek kökeni bilinmemektedir.

 Çünkü AIDS yeni gelişmiş bir hastalıktır. AIDS'in kökeni hakkındaki en geçerli görüş hastalığın Afrika kökenli olduğudur.Afrika'da ki yeşil maymunların taşıdığı bir virüs insanlarda rastlanan AIDS virüsüne çok benzemektedir.

Bilimsel tahminler maymunlarda rastlanan virüsün doğal ortamda organizmalar içinde yaşamını sürdürerek, mutasyon geçirdiği ve burdanda insanlara geçtiği üzerinde yoğunlaşmaktadır.Görülen mutasyonun çok nadir olduğu da görüşler arasında yer almaktadır

.Bir başka görüş ise virüsün biyolojik silah olarak üretilmek istendiği fakat sonucun etkisi uzun sürede görüldüğü için araştırmalara devam edilmediği, ve bir ara nasıl olduysa labaratuvar dışına çıkarılarak insanlara bulaştırıldığı üzerinedir.

 Yeşil maymunlar Afrika'nın çoğu bölgesinde lezzetli bir yemek olarak görülmektedir.Virüsün maymunlardan insana iyi pişmemiş organlardan yada etlerin pişirilmeye hazırlanırken meydana gelebilecek kesik vb. gibi yaralardan bulaşmış olabileceğide düşünülmektedir.Çünkü bilindiği gibi virüsün bulaşma yollarının en önemlilerinden biri kandır

Hastalığın ilk insana bulaşması böyle olmuştur.Bundan sonra hastalık diğer insanlara seksüel birleşme ve uyuşturucu kullanımı ve kan transferleri sırasında yayılmıştır.
Afrika devletlerinin bir çoğu bu görüşün mantıklı olduğunu savunmaktadır.Bu olayların hiçbiri ırkla ilgili değildir.Şunu unutmamak gerekir ki tek bir kişi değil tüm insanlık AIDS'in gelişmesinden sorumludur; ve bizde bu sorumluluğu paylaşmaktan ve bu öldürücü virüsün yayılmasını engellemekten sorumlu sayılırız.

Çernobil NEDİR.?


26 Nisan 1986 günü Çernobildeki 4 numaralı reaktörün patlaması sonucu Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan bombalarının 100 katı kadar radyasyon havaya karıştı, radyoaktif bulutlar rüzgarında etkisiyle Güney Afrika’ya kadar ulaştı. Yağan yağmurlar Karadeniz ve Edirne’de bulutları yere indirdi 

. En mütevazi rakamlara göre, üç ülkede 146 bin kilometrelik bir alan radyoaktif kirlenmeye maruz kaldı. Bu, İtalya’nın yarısı kadar bir alana denk düşüyor. 52 bin kilometrelik Danimarka büyüklüğünde bir tarımsal alan da kirlendi.

Felaketinin üzerinden 22 yıl geçmiş olmasına rağmen insan sağlığı açısından hala ciddi tehlikeler taşıyan bölgede yüzlerce köy yerleşime kapalı

. Yıldönümü dolayısıyla hayatını kaybeden 4 bin kişi, Ukrayna, Rusya ve Beyaz Rusya’da anıldı. Halk Çernobil anıtlarına çiçekler koyarak kandiller yaktı.
Aşağıda okuyacağınız, daha önce Aktüel’de yayınlanmış Çernobil araştırması ve resimleri felaketin boyutlarını gözler önüne seriyor:
Nisan 1986 günü İsveç’in başkenti Stockholm’deki Formsak Nükleer Santrali’nin çalışanları da, santraldeki cihazlar da ters giden bir şeyler olduğunu fark etti!
Radyoaktivite ölçüm cihazları alarm veriyordu! Danimarka ve Finlandiya’daysa radyasyon oranları normalden 6-10 kat fazlaydı.

 Önce sorunun kendi santrallerinden kaynaklandığını düşündüler. Fakat izledikleri yön onları doğuya, Ukrayna’ya götürdü.
Nükleer felaketin merkezi Çernobil’di! Çernobil Santrali’nin 190 ton zenginleştirilmiş uranyum içeren 4 numaralı reaktörü 1983′te hizmete açıldı. 25 Nisan 1986′da bir güvenlik testi için reaktörün gücü yarı yarıya düşürüldü.
Bir gün sonra, yani 26 Nisan gecesi 1000MWth düzeyine inmesi gereken güç 30MWth’e düştü ve bu durum reaktörün kontrolden çıkmasına neden oldu. Saatler 01:23:48′i gösterdiğinde meydana gelen patlama reaktörün 2 bin tonluk çatısını havaya uçurdu.

 Üstelik geçmişi 1960′lara dayanan R.B.M.K tipi reaktörler, nükleer radyasyonun yayılmasını önleyecek bir üst yapıya da sahip değildi!
Çernobil’e en yakın yerleşim yeri Pripiyat’ta yaşayıp Çernobil’de çalışanlar,patlamayı izleyen 48 saat boyunca kol gezen ölümü görmezden geldi. Herkes sadece “bir kaza”dan bahsediyordu.

 Onlara ortalık sakinleşene kadar üç gün evlerinden uzaklaşmaları söylendi.
Ertesi gün Kızıl Ordu’nun genç askerlerine üsleri tarafından bir emir verildi: “Ya Çernobil Santrali’nin çevresini iki dakikada temizleyeceksiniz ya da Afganistan’da iki yıl savaşacaksınız!”Emri alan askerlerden bugün kaçının hayatta olduğu bilinmiyor!Pripiyat’ta 150 bin kişi evini terketti.

 Bir yıl sonra, 1987′de radyasyon düzeyi hâlâ çok yüksek olmasına rağmen “babuşkalar” (yaşlı kadınlar)birinci derece yasak bölgeye geri döndü. Devlet yetkilileriyse bu kadınların nükleer çağda sezyum-137 ile yüz yüze gelmeyi şehir hayatına tercih etmesine karşı kayıtsız kaldı.
‘ÖLÜM’ BULUTLARIN ETKİSİYLE YAYILDI
26 Nisan 1986′da Çernobil’de meydana gelen, Hiroşima’nın 100 katına denk patlamanın sadece SSCB sınırları içinde kalmayacağı açıktı.
Bulutlar yoluyla Kanada’dan Japonya’ya kadar taşınan radyasyonun Türkiye’yi etkilememesi söz konusu bile değildi! Buna karşın dönemin üst düzey yetkililerinin “Türkiye’de radyasyon yok” sözleri kulaklarımızda çınlarken, bölgede yetişen ürünlerde insan sağlığına zararlı hiçbir kirlenmenin olmadığını kanıtlamak için ince belli bardaklardan içtikleri
çaylar da hafızalarımızdaki yerini aldı.
Fakat “görünmez düşman” radyasyon,insanlarla giriştiği savaşta yavaş yavaş zafere ulaşıyordu.

 20 yılın ardından “kanser,” Karadeniz Bölgesi’ninölüm oranlarını gösteren grafiklerde yukarı doğru tırmandı.
Radyasyonun Türkiye’deki etkileriyle ilgili çalışmalar ne yazık ki çok sınırlı. Bunda istatiksel yetersizliklerin de rolü büyük. Konuyla ilgili en son çalışma Türk Tabipler Birliği ve Hopa Belediyesi’nin işbirliğiyle 1-30
Eylül 2005 tarihleri arasında Hopa ilçe merkezinde yapıldı. 1939 evde yaşayan 7 bin 831 kişi üzerinde gerçekleşen araştırmada 76 kanser vakası saptandı.
Hopa ilçe merkezindeki Sağlık Ocağı’nın kayıtlarına göre 2003 yılında meydana gelen 38 ölümün 21′i, 2004′te 36 ölümün 14′ü, 2005′te 22 ölümün 11′i kanser nedeniyle gerçekleşti. Bu üç yıl içinde meydana gelen 23 ölümün nedeniyse saptanamadı. Yani Hopa’da son üç yılda gerçekleşen ölümlerin yüzde 47.9′u kanserden! Bu Türkiye ortalamasının
hayli üzerinde.

 Çünkü Sağlık Bakanlığı’nın verilerine göre 2004 yılında
Türkiye’deki ölümlerde kanserin payı yüzde 11!
İlçedeki kanser vakası sayısıyla kanser yüzünden ölümlerin Türkiye’nin
diğer coğrafi alanlarına göre daha fazla görülmesi, durumun ne
kadar tehlikeli ve daha ayrıntılı araştırılmaya muhtaç olduğunu gözler
önüne seriyor. Çernobil felaketinin 20. yıldönümüyle, Sinop’a nükleer
santral yapılması tartışmasının aynı günlere rastlamasıysa daha da
tuhaf!
Çernobil faciasının Türkiye üzerindeki etkileriyleilgili yazıları buradan ve buradanokuyabilirsiniz.

2 Ocak 2013 Çarşamba

Gobi Çölü



Gobi Çölü, Moğolistan ve Çin topraklarında yayılan soğuk çöl. Doğu Türkistan'dan Dungbey'e (Mançurya) kadar uzunluğu 1 600 km'yi, Altay Dağları'ndan güneyde Huang Hı'ya (Sarı Irmak) kadar da 800 km'yi bulan bir alanı kaplayan Gobi Çölü'nün deniz düzeyinden yüksekliği 900-1500 m arasında değişir, Büyük bölümü kayalıktır; kenar kesimlerinde çayırlar ve ağaçsız kısa otlu bozkırlar yer alır.

Gobi Çölü


Orta Asya’da, 

MoğolistanCumhûriyetinin güneyi ve

Çin’e bağlı Sin-Kiang ve Kansu eyâletlerinin yakınlarındaki bölgeleri de içine alan geniş çöl. Etrâfını kayalık sıradağlar çevirmiştir. Güneyde Altun Dağ, Bei ve Yin Dağları, batıda 

Tanrı Dağları, kuzeyde Altay ve Hangay Dağları yer alır. 

Çölün uzunluğu 1600 km olup, genişliği 480-965 km arasında değişir.

Kışların uzun ve soğuk, yazların kısa ve sıcak geçtiği çok sert bir iklimin etkisindeki bölgede, sık sık patlak veren şiddetli kum fırtınaları, üst toprak tabakasını büyük ölçüde aşındırmıştır.

Gobi Çölünde karasal ve kuru bir iklim hüküm sürer. Kışları soğuk, yazları ise sıcaktır. Sıcaklık -40°C ile 45°C arasında değişir. Yağışların büyük bölümü yazın olur. Batıda yıllık yağış ortalaması 69 mm iken, kuzeydoğuda 200 milimetreye çıkar.

Bâzı yerleri kum, bâzı yerleri çakıllarla kaplı olan Gobi Çölünde, bitki örtüsü dikenli çalı ve küçük otlardan ibâretir. Akarsu hemen hemen hiç yoktur. Yalnız orta büyüklükte tuzlu göllere rastlanır. Yaygın yeraltı suları bâzı kesimlerde büyükbaş hayvan yetiştirilmesine imkân sağlar.

Çölü boydan boya geçen bir demiryolu hattı mevcuttur.





İpek Yolu


Çin’i batıya bağlayan eski ticaret yolu.

 Binlerce kilometre uzunluğundaki İpek Yolu, iki büyük uygarlık olan Roma ve Çin arasında hem mal hem de kıt’alar arasındaki kültür alışverişinde önemli rol oynamıştır. İpek Yolu ile yoğun bir şekilde Doğu’ya yün, altın ve gümüş; Batı’ya ise ipek, porselen, kâğıt ve baharat taşınıyordu.

Uzak Doğu’dan yüklü kervanların getirdiği ipek ve baharat, Batı dünyası için uluslar arası ilişkilerde önemli bir rol oynamıştır. İpek Yolu, Doğu kültürünün Batı kültürüyle kaynaşmasını sağlamıştır.
Orta Çağda, ticaret kervanları, şimdiki Çin’in Xian (Zian) kentinden hareket ederek kuzeybatı yönünde Çin Seddi’ni izleyerek Özbekistan’ın Kaşgar kentine gelirlerdi.

 Burada ikiye ayrılan yollardan ilkini izleyen kervanlar, Afganistan ovalarından Hazar Denizi’ne; diğeriyle de Karakurum dağlarını aşarak İran üzerinden Anadolu’ya ulaşırlardı. Anadolu’ya gelen ticarî mallar deniz yoluyla ya da Trakya üzerinden kara yoluyla Avrupa’ya taşınırlardı.

 Yolun tümünü geçen yolcu sayısı çok azdı; mallar aracılar arasında aktarma yapılarak taşınıyordu.
İpek Yolu, Asya’yı Avrupa’ya bağlayan ticaret yolu olmasının ötesinde, binlerce yıldan beri bölgede yaşayan kültürlerin, dinlerin, ırkların izlerini de taşımaktadır. Orta Asya’daki Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını kazanmalarından sonra, Birleşmiş Milletler tarafından İpek Yolu’nun hem bir ticaret yolu hem de tarihî ve kültürel değer olarak yeniden canlandırılması fikri gündeme gelmiştir.

 Asya’yı boydan boya geçecek olan kara yolu projesinin esin kaynağını tarihî İpek Yolu oluşturmuştur.

Evrim Teorisi

 
"

                                                                 Evrim 

 canlılar dünyasının, tarihini ve başlangıcını açıkladığını iddia eden teorinin, ana konusudur. Bu teori, bilim tarihinde, belki de en çok tartışılan teoridir. Tartışmanın kökleri ve nedenleri çok derindir. Ortalama bir insanın dahi haberdar olduğu bu teorinin reklamı, bilimselliğine dayanmıyor. Kendisine, bilim dünyasında oldukça korunumlu bir yer tutmuş olan evrim teorisi; insanların kulaklarına, bilim dışı bir şeyler fısıldamaktadır.
Bu teorinin fikir babası olan Charles Darwin, 19. yy. da İngiltere'de yaşamıştır. Endüstri devrimiyle çağdaş olan teorinin doğuşu, aslında daha eskilere dayanmaktadır. Ancak bilim sahnesine çıkışı, Darwin sayesinde olmuştur. Modern biyolojideki gelişmelerle, Darwin'in teorisinde oluşan boşluk ve hataları onarmaya çalışanlara da, günümüzde yeni Darwinciler denmektedir.

Baskın bilimsel bir çevre tarafından, büyük ölçüde kabul gören evrim teorisi;ulusal ve uluslararası pek çok kurum tarafından özel olarak korunmaktadır. Evrim teorisi, birçok itiraza rağmen; Avrupa Birliği tarafından, alınmış bir kararla dayatılmaktadır. Öyle ki, birçok ülkede bu teori, şimdiden dokunulmazlık zırhına bürünmüştür. Bu teoriye karşı olan görüşlerin öne çıkması, yasalarla engellenmiştir. Bu anlaşılması güç uygulama, evrim teorisinin, bilimsel bir teoriolarak ele alınmasını engellemektedir.
Bilim adına yapılan bu taraflılık, akla başka soruları getirmektedir. Bu yasakçı yaklaşım, insanlık tarihi kadar eski olan "yaratıcı ve yaratılış fikirleri"ni; kökten yok saymaya yönelmiş gözükmektedir. Şayet öyleyse, bu çaba, bir kesimin bilimin arkasına saklanarak, kendi dünya görüşlerini sunma gayretinden başkası değildir.

Bilim dünyasında, 150 yıldan beri bir teori olmaktan öteye gidememiş bir hipotez, niçin bu kadar gürültü çıkarmaktadır? Bunu anlamak için, önce evrim teorisini ana hatlarıyla tanımamız, bu teoriyle ilgili görüşlere göz atmamız; bu konudaki tez ve analizlerimizi, ortaya koymamız gerekmektedir.

EVRİM VE EVRİM TEORİSİ

Evrim; en basit anlamıyla, zaman boyutuna bağlı değişim demektir. Biyolojide evrim ise, canlı türlerinin, nesilden nesile değişime uğrayarak; ilk durumundan farklı aşama ve özellikler kazanmasıdır. Teknik bir ifadeyle, biyolojik evrim, bir canlı topluluğunun genetik bileşenlerinin, zamanla değişime uğramasıdır.  
Evrim teorisindeki evrim tanımı ise, yukarıdaki tanımdan önemli ölçüde farklıdır. Teoride, değişim kavramı altında savunulan şudur: Bütün canlılar, çok uzak bir geçmişte yaşamış, tek bir ortak atanın, tesadüfi değişim süreci geçirmiş nesilleridir. Darwinist teoriyi oluşturan iki bileşen; mutasyonlar ve doğanın etken olduğu seçilimdir. Başka bir deyişle, evrim teorisinin en temel iki mekanizması, mutasyon ve doğal seçilimdir.

DARWİNİZİM: DOĞAL SEÇİLİM 

Evrim teorisine göre, canlılığın devamlılığı ve türlerdeki çeşitlilik; doğal seçilim ve mutasyonlarla sağlanır. Doğal seçilim; canlının doğadaki koşullara adaptasyonunu ve hayatta kalmasını sağlayan, en uygun genetik karakterlerin ayıklanmasıdır. Darwin teorisine göre doğal seçilim,canlıların varlığını ve çeşitliliğini açıklayan yegane teoridir.

Doğal seleksiyon(seçilim) denen bu mekanizmayı, düşüncesiz ve tamamen tesadüfi, doğal güçler yönetir. Kontrol yoktur. Hiçbir amacıyoktur. Bu yüzden, canlılardaki değişim ve gelişim, anlık yararlara göre gerçekleşir. Doğal seçilim sayesinde canlılar,kendiliğinden ve çevresel faktörlerin etkisiyle, avantajlı değişimler geçirirler. Böylece, çevreye uyum sağlayan,başarılı bireyler ayakta kalır. Çevreye uyum sağlayamayanlar ise, elenir. Değişimi sağlayan ana mekanizma ise, bir sonraki bölümde inceleyeceğimiz mutasyonlardır.

Bir bakıma Darwin, bu mekanizmaya, Tanrısal bir anlam yüklemiştir. Darwin'in düşüncelerinde, asla bir Yaratıcıya yer yoktur. Bu sebeple evrim teorisi, Tanrı'yı reddetmek zorundadır. Darwin, doğal seçilimden, kusurları ayıklayan vesürekli mükemmelliği sağlayan bir mekanizma olarak bahseder. Bugünkü Darwinciler ise, daha fazlasına inanırlar.
Yeni Darwinistler, bu seçilim mekanizmasını, canlılığı sürdüren ve canlılara hayat veren bir mekanizma olarak görürler. Evrimcilerin, doğal seçilime yükledikleri anlamlar, abartılı ve tutarsızdır. Adeta bu doğal seçilim, tüm canlı hayatı ve çeşitliliği yaratır ve yönetir. Adım adım ve deneme yanılma yöntemiyle işleyen doğal seçilim, her canlının ihtiyacı olan yapıyı, bilinçsiz değişimlerle, o canlıya kazandırır. Bu kör seçilim, gerek hücre, gerekse organizmadüzeyinde ortaya çıkan, tüm akıllı ve karmaşık düzenin, tek sorumlusudur. Tüm canlı hayatta, yaratıcı bir yasaolarak görülen doğal seçilimin yardımcısı ise, işleyişi tamamen belirsiz olan mutasyonlardır. Jeremy Rifkin, doğal seçilim konusunda bakın ne diyor:

Yaban Arısı- Vespula vulgaris
TEORİ "ABARTILDI": "ELEŞTİRİLMEDİ"
"Doğal seçilim teorisi, yüzyılı aşkın bir süredir, biyolog meslektaşlarımız ve genelde tüm dünya tarafından, yeryüzünde hayatın gelişimini açıklayan bir teoriolarak, hiç eleştirilmeden kabul gördü. Bilim adamları, teoriyi olduğu gibi kabul edince; onun temelini oluşturan varsayımları pek dikkatli incelemediler. Eğer, bu varsayımlara dikkatli bakmış olsalardı, teoriyi desteklemek için ortaya konulanaldatıcı delilleri gördükçe, kendilerinden utanırlardı. Ancak bugün, ilk defa olmak üzere, bilim adamları, doğal seçilim görüşüne, eleştirel bakmaya başlamışlardır.Onların bulguları, hem teoriyi, hem de bizzat bilimin kendisini sarsmaktadır."

Nitekim Gertrude Himmelfarb, bu konuda şu soruyu sorar:
"Eğer doğal seçilim, en basitten en karmaşığa; en aşağıda olandan, en üst seviyedekine kadar; tüm türlerin gelişimini açıklamak istiyorsa; o zaman, basit ve aşağı seviyede olan türlerin varlıklarını nasıl açıklayabilir? Daha üstün veya daha yüksek formda bulunan türler, niçin daha bayağı veya daha aşağı türleri alt etmemiş ve onların yerini almamışlardır?"
Gerçekten de doğa, bu modası geçmiş alt türlere müsaade etmekle, "evrim teorisinin tutarsızlığı"nı ortaya koymaktadır. Örneğin; yabanarıları, kuzenleri olan balarılarından, çok daha az yetenekli olmalarına rağmen; gelişip çoğalmaya devam etmişlerdir. Balarılarından daha az mükemmel fizyolojileri ile; elimine olmadan, ekolojik zincirdeki yerlerini korumaktadırlar.
SADECE "GÜÇ" DEĞİL: "ŞEFKAT" MÜCADELESİ DE
Tabiatta bir yarışın olduğu doğrudur. Ancak bu, onun tek ve en baskın özelliği değildir. Hayvan etkileşimlerinin, bir asırdır dikkatli bir şekilde incelenmesiyle; birçok farklı davranış biçimleri gözlenmiştir. John Arthur Thompson ve Patrick G. Geddes, "Hayat: Genel Biyoloji'nin Ana Hatları" isimli kitapta; tabiatta bu derece bir yaşam mücadelesiolmadığına işaret etmektedirler:

"Tabiatla ilgili olarak konuşulanlar, gerçeğin bir kısmının abartılarak karikatürize edilmesidir. Vahşi tabiat, şiddetli bir elemenin yaşandığı; yavruların ve körpelerin öldüğü, dişlerin ve pençelerin kandan arınmadığı bir ortam... Hatta, bundan daha fazlası doğrudur. Kısıtlı imkânlar ve zorluklar karşısında bir organizma yarışı, yoğunlaştırırken; bir diğeri, yavrularını korumayı artırır; birisi silahlarını sürekli yenilerken; bir diğeri müşterek yardımlaşmayı tercih eder. Gerçek şu ki; var olma mücadelesi, rekabete dayalı olmak zorunda değildir. Bu mücadele, sadece kendini zorla kabul ettirmekle değil, yavruların, arkadaşların, akrabaların korunmasıyla da gösterilebilir.
"Dünya, sadece güçlünün değil, şefkatlinin de mekânıdır. Neden bütün canlı türlerinin, kendi içinde güçlü olanları, zayıf olanlarını yok etmiyor? Cevap oldukça basittir. Şayet böyle olsaydı, kısa bir sürede soyları tükenirdi, hatta canlılık  biterdi. Bunu engelleyen nedir? Demek ki, burada başka yasalar geçerlidir. Doğal seçilimin açıklayamayacağı yasalar." 
Aslında doğal seçilim, yansız bir bakışla, son derece basit ve doğal bir durumdur. Hayat, yeryüzünde başladığından beri; doğma, büyüme, gelişme ve ölüm kadar, doğal seçilimde işlemekte olan bir yaşam kanunudur. Bu yaşam kanunu, türlerin sağlıklı gelişimini ve ayakta kalmasını sağlar. Doğal seçilim, canlılara direnç kazandıran bir süreçolup; popülasyonları daha güçlü kılar. Bu da, onların daha çok döl bırakması anlamına gelmektedir.
DOĞAL SEÇİLİM: "BASİT BİR GERÇEKTİR"
20. yy.'ın en önemli biyologlarından, C. H. Waddington, doğal seçilimin, kutsal bir teori değil; basit bir hayat kuralıolduğunu hatırlatıyor:
"Bir hayvanın, (üremeye) en yetenekli veya en uygun olması; onun mutlaka en güçlü veya en sağlıklı olduğu anlamına gelmez. Esasen, onun en çok yavru bırakan varlık olmasından öte bir anlam ifade etmez. Aslında, doğal seçilimin genel prensibi; en çok yavru bırakanların, en çok yavru bırakanlar olduğu anlamına gelmektedir."

Nobel ödülü sahibi genetikçi T. H. Morgan, yeni Darwinciler tarafından ortaya konan doğal seçilim konusunda,evrimci çevreleri şaşırtan şu nitelemeyi yapıyor:

"Hayata en uygun olanların, hayatta kalma şanslarının, uygun olmayanlardan daha fazla olduğu tezi; söz edilmeye gerek bile olmayan ve herkesin bildiği basit bir gerçektir."

Gertrud Himmelfarb ise, teoriyi alaya alan şu sözleri söylüyor:

"Hayatta kalanların, hayatta kaldıkları görüldükten sonra, bunların hayatta kalmaya en uygun olanlar olduğu kararına varılmıştır."
Bu açıklamalarla, kış uykusundan uyanmaya başlayan bilim dünyası, artık kendisine şu soruyu soruyordu: "Bu basit gerçek için, neden Darwin'in teorisine ihtiyaç duyalım?"
Bilim adamlarının, görüşlerine başvurmadan önce, çağdaş yeni Darwincilerin, "doğal seçilim tezi"ne bir göz atalım.
"DARWİNCİ DOĞAL SEÇİLİM" NEDİR?
Darwinci doğal seçilimin, çağdaş yorumcusu ve kör takipçisi Dawkins, doğal seçilim modelini, "birikimli seçilimteorisi"ne dayanarak; "Kör Saatçi" kitabında bakın nasıl izah ediyor?

"Doğal seçilim; Darwin'in keşfettiği, tüm yaşam biçimlerinin bir amacı varmış gibi görünmesini açıklayan, kör bir süreçtir. Artık bildiğimiz, kendiliğinden oluşan ve bilinçsiz doğal seçilimin, hiçbir amacı yoktur. Doğal seçilimin,aklı ve düş gücü yoktur. Doğal seçilim, geleceği planlamaz, geleceği görme yetisi yoktur, öngörüsü yoktur."
Hem Darwin hem de Dawkins'e göre doğal seçilim; küçük küçük değişimlerin birbirine eklenmesiyle ilerleyen,birikimli bir süreçtir. Bu değişimler, tamamen gelişigüzel mutasyonlar tarafından gerçekleştirilir. Evrimciler, bumutasyonların, canlının adaptasyonunu bozmaması için, mikro düzeyde gerçekleştiğini iddia ederler. Onlara göre bu süreci yöneten; hayatta kalabilme çabasıdır. Yani doğal seçilim, bu denli karmaşık yapıdaki canlıların, gerekli organve parçalarını; yavaş yavaş, bilinçsiz, amaçsız ve nereden geleceği belli olmayan mutasyonlarla oluşturur.   
BİRİKİMLİ SEÇİLİM MODELİ
Mesela gözü ele alalım. Birikimli seçilime göre insan gözü, başlangıçtaki gözle hiçbir alakası olmayan, basit bir hücrenin; n tane ardışık dizisel mutasyon geçirmesiyle ortaya çıkar. Yani mini mini mutasyonlarla; inanılmaz uzun zamanlarda, bu değişim miktarları birikerek, insan gözü oluşur. Bu ardışık ve mini değişimlerle değişen ve gelişen bu göz hücresi formlarını; sırayla üslü X lerle gösterelim. İnsan gözünün en gelişmiş son haline de, X diyelim. Bu durumda; insan gözü; X, X1 den; X1, X2 den; X2, X3 den oluşur. Böylece zamanda geriye n adım attığınızda; nihayetXn basit hücre formuna ulaşırsınız. Yani, başlangıç Xn basit hücre durumundan; en gelişmiş X insan gözü yapısınaevrimleşmeyi, kısaca şöyle bir ardışık diziyle gösterebiliriz: Xn....X3, X2, X1, X.

Yukarıda bir diziyle gösterilen, birikimli seçilim modeli görüşüyle ilgili, Dawkins'in ortaya koyduğu, bir bilgisayar simülasyonundan başka kanıt göremiyoruz. Bu bilgisayar simülasyonunun da nasıl bir kanıt teşkil ettiğini, ileridegöreceğiz. Ancak bundan önce, göze, bir göz atmamız gerekmektedir.
GÖZ KARŞISINDA: DARWİN'İN ŞAŞKINLIĞI

Gözün yapısı
Nitekim, gözün mükemmel yapısı, Darwin'i rahatsız etmiştir. Bir kaç kez bunu itiraf eden Darwin; 1860'da, Asa Gray'e, bu konuda şunu söyleyecektir:
"Göz, bugüne kadar bana hep soğuk bir ürperti vermiştir."

Evrimcilerin bu birikimli seçilimi, nasılsa hep ileriye doğru vehep olumlu bir birikim sürecidir. Yani hep, yapıcı-onarıcı vegelişmecidir nedense. Sayısız deneme, hep başarılıdır ve hepmükemmel göze ulaşmak için çabalar durur. Ancak bu değişim, aynı zamanda bilinçsiz, amaçsız, iradesiz ve de kördür.
Kısacası, gerçekleşen her bir küçük mutasyonun, bazı yararlı özellikleri, seçilimle ortaya çıkardığına; rasgele şanslarla ve her nasılsa ince bir hassasiyet kazanarak; mükemmel işleyen bir göz organıyla sonuçlandığına inanmamız beklenmektedir. Basitten karmaşığa doğru ilerleyen bu birikimli evrimin, hiçbir ön planı, programı ve nihai amacının olmadığını da, unutmayacaksınız elbette. Acaba Darwin'in kendisi, gözün bu evrimine ne kadar inanıyor? İşte Darwin'in ifadeleri:

"Farklı mesafelere odaklanabilir. Farklı miktarda ışık alabilir. Farklı şekil ve renk tonlarını düzeltme kabiliyetindedir. İşte o eşsiz düzeneğini dikkate aldığınızda; gözün, doğal seçilimle oluşmuş olabileceğini düşünmek, itiraf etmeliyim ki, tamamen imkansız görünmektedir."

Her şeyden önce göz, nasıl bir başlangıç yapabilmiştir? Işığa duyarlı ilk sinir hücresi nasıl oluşmuştur? Zira çoğubiyolojik yapı, ışığa duyarlı değildir. Bakın bu konuda Darwin, işin içinden nasıl sıyrılıp çıkıyor:

"Bir sinirin, ışığa karşı nasıl duyarlı olduğu, yaşamın nasıl ortaya çıktığı konusundan daha fazla ilgilendirmiyor bizleri."

Bugün bilim, Darwin'in çok ilerisinde ve moleküler düzeyde canlılları incelemektedir. Darwin'in, anlamakta doğal olarak zorlandığı ve göz ardı ettiği bu meseleyi, biraz daha yakından inceleyebiliriz. New York'taki Wethersfield Enstitüsü'nün düzenlediği konferansta, biyoloji bilimleri profesörü Michael J. Behe, bir sinirin ışığa karşı duyarlı olmasının, ne denli imkansız bir olay olduğunu şöyle açıklar:
MODERN BİLİMİN: DARWİN'E CEVABI
"Işığa duyarlı bir noktayı yapmak için, neye gerek vardır? Bir ışık fotonu, retinaya çarptığında ne olur? Bir fotonretinaya çarptığında; 11 cis-retinal diye adlandırılan, küçük bir organik molekülle etkileşime geçer. Retinalin şekli, hayli büklümlüdür. Ancak fotonla etkileşime geçtiğinde düzleşir, trans-retinal şeklini alır. Bu, görme ile sonuçlanan ve tüm olaylar dizisini başlatan bir sinyaldir. Retinal şeklini değiştirdiğinde, ona bağlı olan rhodopsin protein de şeklini değiştirir. Rhodopsinin şeklindeki değişiklik, transducin proteininin ona yapışmasını sağlayan, bir bağlanma yeri açar. Artık, transducin kompleksinin bir parçası ayrılır ve fosfodiesteraz diye adlandırılan bir proteinle etkileşime geçer. Bu gerçekleştiğinde fosfodiesteraz, döngüsel GMP diye adlandırılan, küçük organik bir molekülü kesmek ve 5-GMP'ye dönüştürmek için, kimyasal bir yetenek kazanır.
"Hücrede bol miktarda döngüsel GMP vardır ve onların bir kısmı, iyon kanalı diye adlandırılan başka bir proteine yapışır. Normalde iyon kanalı, sodyum iyonlarının, hücreye girmesine izin verir. Öte yandan, fosfodiesterazın faaliyeti sonucunda; döngüsel GMP miktarı azalır. Bu da kanalın kapanmasına yol açan bir şekil değişimini doğurur. Sonuçta sodyum iyonları, artık hücreye giremez, hücredeki sodyum miktarı azalır ve hücre zarındaki voltajdeğişir. Bu da sonuçta, optik sinirden beyne ulaşan bir elektriksel kutuplaşma dalgasına yol açar. Bu dalga, beyintarafından yorumlandığında, görme gerçekleşmiş olur. Hasılı Darwin'in, 'ışığa karşı duyarlı basit noktasının, nasıl işlev gördüğü' sorusuna karşı, bugün modern bilimin keşfettikleri bunlardır.




"Her ne kadar bir çoğumuz, görme mekanizmasının, yukarıdaki izahını karmaşıkbulsak da; gerçekte bu açıklama, işleyen bir görme sisteminin; yani görmenin kimyasının gerek duyduğu bir dizi şeyi göz ardı eden, küçük ve kaba taslak bir anlatımdan ibarettir.
"Söz gelimi ben, sistemin yeniden nasıl ortaya çıktığından; sistemin, sıradakifotonun gelmesine hazırlık olarak, başlangıç noktasına nasıl tekrar geri döndüğünden söz etmedim. Yine de yukarıdaki izahın, Darwin ve çağdaşlarının,basit bir başlangıç noktası olarak gördükleri şeyin; devasa karmaşıklıkta bir şey olduğunu anlamaya yeteceğini düşünüyorum. Darwin'in tasavvur ettiğinden çok ama çok karmaşık."
"EKSİK OLAN GÖZ: GÖREV YAPAMAZ"
Aslında evrimin, en önemli problemlerinden biri olan hayatın kökeni bir yana, bir bireyin, basitten karmaşık yapıya doğru, doğal seçilimle evrilmesi, hala büyük biraçmazdır. Bu açmazı, net şekilde ortaya koyan organ, elbette gözdür. Gertrude Himmelfarb, bu konuda çok temel bir noktaya temas eder:

"Göz, son halini almadan önce, hiçbir işe yaramayacağına; evriminin ilk safhalarının, yani gözdeki ilk değişimlerin, hayatı devam ettirmeye hiçbir katkısı olmayacağına göre; o ilk evrelerde, doğal seçilim acaba nasıl işlemiştir?Tek bir değişim, hatta tek bir uzuv, onun tamamlayıcısı olan diğer parçalar olmadan, işe yaramayacaktır. Doğal seçilimin veya organın amacının olmadığı iddiası dikkate alınırsa; evrimin ilk safhalarında, bu uzvun işe yaramayacağı açıktır."
BİRİKİMLİ "MÜKEMMEL GÖZ": İMKANSIZDIR
Göz, fevkalade karmaşık bir sisteme sahiptir. Göz parçaları arasında, mükemmel bir eşzamanlılık vardır. R. L. Wysong, gözü bakın nasıl tasvir ediyor:
"Göz küresini barındırmak için önce mutasyonla iki adet kemik çukuru oluşmalı.Gözü beslemek için uygun mutasyon geçirmiş damar ve sinirleri kapsayabilmek için kemiğin uygun oyukları olmalı. Göz küresinin çeşitli katmanları; lifli kapak,gözakı, ışığa duyarlı retina tabakası ile birlikte bir düzen içinde oluşturulmalı. İncedallar ve koni biçiminde özel nöronlar, iki kutuplu nöronlar, uzun nöronlardan oluşan retina ve göz sinirine uygun bir şekilde bağlanmalı. Bu göz siniri de, yine uygun bir şekilde, mutasyon geçirmiş olan beyindeki görme merkezinebağlanmalı. Bu görme merkezi de, yine uygun şekilde, beynin merkezindeki gri bir madde olan, beyin sapına vebelkemiği kordonuna bağlanmalıdır ki; duyu hissi ve hayat kurtaran refleks kabiliyeti oluşabilsin.
"DNA'da gerçekleşen rasgele yeni düzenlemeler, aynı zamanda göz merceğini, cam gibi ve sulu bir yapıyı, saydamlığı, renkleri, kirpiksi yapıyı, aşıcı kas bağlarını, bezeleri, buruna açılan kanalları, göz hareketi için gerekli düz ve eğri kasları, göz kapaklarını, kaşları ve kirpikleri oluşturmalı. Bütün bu yeni mutasyonlu yapılar, mükemmel bir şekilde, tüm diğer sistemlerle bütünleştirilip, dengelenmeli ve sonra da görme işi gerçekleştirilmeli."
BİRİKİMLİ SEÇİLİMİN: OLABİLİRLİĞİ NEDİR?
Birikimli seçilim, bir adamın lotoyu, atlamadan arka arkaya n(sayısız) kere kazanıp; sonunda tüm dünyaya sahip olmasına benzetilebilir. Yeni Darwinci Dawkins'in birikimli seçiliminde; canlılar, deneme- yanılma yöntemiyle, ancak her nasılsa, her defasında arka arkaya sayısız kere hayatta kalmayı sağlayacak seçimi, doğru bir biçimde yaparak;değişimleri biriktirir. Bu uzun zaman içindeki ardışık, sayısız ve başarılı mini birikimler, son derece karmaşık biyolojik yapıları ortaya çıkarır.
Bu birikimler, her nedense yıkıcı değil hep yapıcıdır. Yani en mükemmel organ olma amacına doğru sürekli çabalar. Ancak aynı zamanda amaçsızdır da. Aynen loto oyunu gibi sayısız ardışık, başarılı deneme vardır. Aynı zamanda bu denemeler, tesadüfi(rasgele)dir. Bu bilinçsiz, tesadüfi ve kör, sayısız ardışık başarılı deneme sonucunda, bilinçli, planlı ve adeta sofistike bir canlı yapısı ortaya çıkar. İşte birikimli seçilim böyle bir şeydir. Bütün sır, zamanparametresinde saklıdır. Olma olasılığı sıfıra yakın "olaylar"ın, gerçekleşmesini istiyorsanız; bu "olayı"(denemeyi),çok çok uzun bir zamana, hatta sonsuza yayabilirsiniz. Böylece sonsuza yakın denemelerle, imkansız olayların, mümkün olabileceğine kendinizi inandırabilirsiniz!
Ancak gerçek şu ki; biyolojik sistemlerin pek çok işlevi, birden çok mekanizmanın, ortaklaşa ve son derece planlı çalışması ile başarılır. Eğer doğal seçilim, bir karmaşık sistem üretecekse, bu sistemi, bir kerede ve bir anda üretmek zorundadır, ya da üretemeyecektir.

Şayet Darvinci evrimin, birikimli doğal seçilimi geçerli olsaydı; bir canlının evrimleşme sürecinde, pek çok ara formveya ucube form ortaya çıkmalıydı. Nitekim tüm çabalara rağmen, fosil kayıtlarında böyle formlar bulunamamıştır. Oysa evrimcilerin doğal seçilimi işleseydi; organları tamamlanmamış milyonlarca ara form ortaya çıkacaktı. Ancakevrimcilerin ellerinde, bu konuda bir kanıt yok. Darvinizm, bu konuda bize, delil olarak kendi hayallerinden fazlasını sunmuyor.
Bir kısım evrimciler, birikimli seçilimle; küçük küçük birikimlerin, canlılara boyut atlattığını; ilk hücredenmaymuna, oradanda insana, uzun bir sürede evrildiğini söylerken; bir kısım evrimciler, bu geçişin ani sıçramalarla olduğunu savunuyor. Yani teori, kendi içide tutarsız ve çelişkili. Dawkins'in birikimli seçilimine karşı, sıçramalı evrim tezi..Tarihin şahitliğinde söylüyoruz ki; bilimsel çalışmalar ilerledikçe; bu örümcek evi kadar dayanaksız teori, buharlaşacaktır.
BİRİKİMLİ DEĞİL, HİLELİ SEÇİLİM
Birikimli seçilimci Dawkins'in önemli saydığı kanıtı ise, 80'li yıllarda kendisinin yazdığı bir bilgisayar programı! Evet üzerinde duracağımızı söylediğimiz; bu Dawkins simulasyonuna bir göz atalım:
Bu programla Dawkins, şansa dayalı olarak işleyen birikimli bir ayıklama sürecinin, karmaşık bir canlı yapısıyla sonuçlanacağını, ispata çalışıyor. Önce hedef olarak, Shakspeare'in eserlerinden anlamlı bir cümle dizisi belirliyor. Bu cümleyi oluşturacak elemanlar kümesini; 27 harf ve noktalama işaretlerinden oluşturuyor. Salt şansa bağlı(tesadüfi) olarak Dawkins'in, hedef dizisi(cümlesi)ni oluşturma olasılığı, son derece düşüktür.
Bu hedef cümlesinin, tesadüfi(rastlantısal) olarak ortaya çıkma olasılığı; oldukça düşüktür, hatta sıfıra yakındır:1/1040. Böyle bir sonucu elde etmenin, imkansıza yakın olduğunu anlayan Dawkins, programı yeniden yapılandırır. Birincisine tek basamaklı seçilim der. Doğada, bu tek basamaklı seçilimin, karmaşık yapıları oluşturamayacağını söyler. Evrimin asıl yaratıcı mekanizmasının ise, birikimli seçilim olduğunu iddia ederek; bunu ispat etmek için programında, olasılığı artıracak bir değişiklik yapar. Hileli Algoritmasını şöyle düzenler:
DAWKİNS'İN: EVRİMCİ ALGORİTMASI
1-) İlk dizideki tüm harfleri rasgele değiştir.
2-) Hedef dizi(cümle)deki mukabil harfe karşılık gelen bir değişiklik(mutasyon) olduğunda onu koru.
3-) Yerini bulmuş(ortaya çıkmış) harfi öylece koru ve hedef dizi(cümle)den ortaya çıkmayan harfleri, rasgele değiştir.

İşte Dawkins'in şekil oyunu: Biyomorf. Bu şekil üretme modelinin, canlıların oluşumuyla hiçbir ilgisi yok.
Bu algoritmadan kolayca anlaşılabileceği gibi, Dawkins'in yaptığı en büyük varsayımlardan birisi; doğanın her zaman ve her seferinde denemeksizin en doğru seçimi yapabildiğidir. Yani bir nesilde bile, ebeveynden iyi olan genlerin saklanıp, kötü olanların yeniden belirlendiği varsayımı. Zira, programında;hedef dizi(cümle)nin ortaya çıkan doğru harflerini koruyor ve sadece yanlış harfleri yeniden seçmeye tabi tutuyor. Doğa, adeta ortaya çıkan iyi genleri biliyor ve onu değiştirmeyerek tutuyor yahut seçiyor. Hedef dizinin(gen dizisinin)tutmayan harfini(genini) ise tutturuncaya kadar değiştiriyor(deniyor). Yani, doğa bilinçli hareket ediyor. Geni adeta inceleyip, iyisini seçiyor ve nesillere aktarıyor. Kötüsünü ise iyisini bulana kadar değiştiriyor, yani eliyor.
Dawkins'in, modellediği doğa, kör değil; bilinçli, amaçlı ve seçici bir doğa. Buseçilimin doğallığı, rastlantısallığı(tesadüfiliği) ve körlüğü neresinde? Dawkins, bir taraftan, birikimli doğal seçilimin; plansız, tesadüfi, bilinçsiz ve de körolduğunu söylerken; diğer taraftan planlı, amaçlı, kuralları kendisi tarafından belirlenmiş ve üstelikte hileli bir modelle, teorisini ispatlamaya çalışıyor. Dawkins, ya kendisini ateizm tutkusuna kaptırmış ya da kendisinde fark edemediği bir körlük var!
Algoritmayı istediği gibi düzenleyen evrimci Dawkins, böylece hedef dizisini(cümlesini), 43. denemede elde ettiğini söylüyor.
DAWKİNS'İN: "BİYOMORF OYUNU"
Dawkins'in ikinci bilgisayar programı ise, biyomorf(canlı şekil) dediği bir programdır. Bu ikinci algoritmada Dawkins, ağaç dallanması geometrisini kullanarak; ortaya çıkan şekilleri, bazı hayvanlara benzetir. Tanımladığı algoritma, tekrarlayan, dallanan ağaç modeli olarak çalışır. Yalnız her denemede Dawkins, dallanmayı çeşitlendirecek; yani mutasyon oluşturacak şekilde; sadece9 farklı gen kullanır. Aslında bu genler; dalların açısı, uzunluğu ve aralarındakimesafe gibi bir takım ölçüleri değiştirerek; farklı şekiller oluşmasını sağlayacak faktörlerdir. Böylece bilgisayarda, ortaya bir sürü şekil(biyomorf) çıkar.
Bu bilgisayar oyunu demekten kendimizi alamadığımız sözde simülasyon, nasıl oluyor da; amaçsız, kör, geleceği planlayamayan ve de akılsız doğal seçilimi ispat edebiliyor. Sonuçta; akıl sahibi bir insan tarafından dizayn edilmişbilgisayar; bilgisayarda zeki bir failin, ortaya koyduğu amaca ulaşmak için düzenlenen, kuralları belli bir programve işletilen bu programdan elde edilen canlı benzeri şekiller.
Evrimci bilimcimiz, ortaya çıkan bu şekillerden; çiçeğe, böceğe benzettiklerini seçip ayırır. Seçtiklerinden yeniden şekil üretmeye devam eder. Böylece bilgisayarda, bizzat yazdığı bir şekil üretme algoritmasıyla, elde ettiği vecanlılara benzettiği şekillerden hareketle; birikimli doğal seçilimi ispat ettiğine inanır. Bu kadarla da kalmaz. Buluşuyla Yaratıcı ihtimalini de ortadan kaldırdığı zehabına kapılarak; yemeden içmeden kesilir ve hatta sevinçten uyuyamaz.
Ne trajikomiktir ki; Dawkins, kendi kazdığı kuyuya kendi düşmüştür. Tanrı'yı örtmeye çabalarken, kendisi Tanrı rolüne soyunmuştur. Aslında Dawkins, birikimli doğal seçilim tezini, bu iki program örneği ile ispatlamak yerineçürütmüştür. Bu örnekler, "Yaratılış Tezi"ni ispat etmektedir. Dawkins'in, bu bilinçsiz(kör); kendi kalesine gol atan futbolcu şaşkınlığını anlamakta zorlanmaktayız. Yoksa Yaratılışı savunan bilim cephesinin gizli ajanı mıdır? Sanmıyoruz. Ancak bu, "gaflet ve körlük hastalığı"nın bir sonucu olsa gerek..
MUTASYON: NASIL SİMULE EDİLİR?
Dawkins bununla da yetinmemiş, genleri, her nesilde bir çok değişime uğrayabilecek şekilde ayarlamıştır. Genler, Dawkins'in deyimiyle; çılgın bir pire gibi sürekli değişmektedir. Öyle ki, örneklerde, bir sonraki nesilde iyi olanlar hariç, diğer tüm genler, değişebilmekte ve habire mutasyonlar olmaktadır. Acaba o bahsettiği sayıda gen mutasyonunun gerçekleşmesi, ne kadar zaman alacaktır? Kendi kurguladığı, bilgisayar modeli ile gerçek hayat arasındaki uyumsuzluk açıktır. Nitekim kitabında, bu farklılığı, şöyle itiraf etmektedir:

"Buradaki mutasyon oranı, bilgisayar programımızın kesinlikle biyolojik olmayan bir özelliğidir. Gerçek hayatta, birgenin, mutasyon geçirme olasılığı, milyonda birden daha azdır. Modelimde, yüksek bir mutasyon oranıoluşturmamın bir nedeni var. Bilgisayar ekranındaki performans, insanın iyiliğini gözetiyor. İnsanların bir mutasyona uğraması için, bir milyon yıl beklemeye sabrı yoktur."

Bir taraftan bilgisayar deneyini, nasıl amacına uygun bir şekilde düzenlediğini(yarattığını) itiraf ederken; diğer taraftan sonsuza yakın bir zamanı göreve çağrıyor. Bir mutasyonu, 1 milyon yıl beklersek; tüm canlılardaki çeşitlilik için gerekli mutasyonu, kaç milyon kere milyon yıl beklemeliyiz acaba?
ŞEKİL ÜRETME: GEOMETRİK BİR OYUN
Şu Dawkins'in, biyoformlar konusuna gelince; bu tamamen bir geometri oyunudur. Fraktaller denen yeni geometride, doğadaki bir çok şeklin, basit kuralların tekrarlanmasıyla elde edilebileceği gösterilmiştir. Bin bir zahmetle hazırladığıprogramda, kendisi dallanma yöntemine, mutasyon adı altında çeşit çeşit biçim vermeyi denemiş. Ortaya çıkanuçak dahil her şekli de, anlamlı bulmuştur. Belki Dawkins'e göre uçaklar da, insan yapımı olmayıp; evrimle kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Dawkins'in origamisi(kağıt katlama sanatı), aslında kendisinin sıklıkla bahsettiği bulutları, bir şeylere benzetmekten farksızdır. Gen adı altında çizgiler çizerek, farklı şişkinlik, uzunluk ve açılarla, çizgileri dallandırarak, sonra da onların içinden istediklerini seçerek; sonunda anlamlı şekillere ulaşmasına taaccüb etmiş. Aslına bakarsanız, şayet buncauğraşa ve hileye rağmen; anlamlı şekillere ulaşamasaydı, bir bilim insanı olarak kendisine ayıp ederdi. 
DOĞAL SEÇİLİMDE: "MUTASYONLAR"

Çınar yaprağı: Senozoik zaman, Eosen dönemi, 50 milyon yaşında (ABD)
Doğal seçilimin daha iyi anlaşılabilmesi için mutasyonları irdelemeliyiz.Evrimcilere göre, birbirini izleyen nesillerde; yavru gelişirken, ufak farklılıklar olduğu için evrim gerçekleşir. Bu farklılıkların nedeni ise, gelişimi denetleyengenlerdeki değişiklikler; yani mutasyonlardır. Ve bu mutasyonlar, evrimcilere göre, her nasılsa, hep evrimleşme-gelişme- karmaşık hale gelme; yani pozitif yönde ilerler.
Mutasyonlar, DNA'nın kodlanmasında meydana gelen değişikliklerdir.Genetik karakterlerin, olumlu ya da olumsuz değişmesine neden olurlar. Ortaya nasıl, ne zaman çıkacakları bilinemiyor. Oluşumları gelişigüzeldir. Mutasyonlar,evrim teorisinin ayrılmaz parçasıdır. Çünkü evrime göre; tek hücreli bir canlıdan,insana uzanan süreçte; insanı bu tek hücreli canlıdan ayıran tüm yapı ve sistemler(göz, beyin, uzuvlar); süper şanslı, birbirini tamamlayıcı ve arka arkaya gelen,ancak yine de hiçbir bilincin rol oynamadığı sayısız mutasyonların eseridir.
Ancak mutasyonlar, çok nadiren meydana gelirler ve genelde de zararlıdırlar.Öyle ki, bir hücrede, mutasyonun meydana gelme olasılığı, milyonda birdir:( 1/106). Ancak hücrede, çok karmaşık kontrol mekanizmaları vardır. Bu kontrol mekanizmaları sayesinde, DNA üzerinde meydana gelen herhangi bir hatalı nükleotid dizisi, süratle tamir edilir. Hücredeki olağanüstü denetim enzimleri, göz önünde bulundurulduğunda; mutasyonların meydana gelmeolasılığı, trilyonda bire düşer:(1/1012). Fiziksel, kimyasal veyahut biyolojik etkiler sonucunda, yine de bir mutasyon meydana gelirse; bu mutasyonun, DNA üzerindeki nükleotid dizilerinin, hangisi üzerinde meydana geldiğini kestirmekolanaksızdır. Yani, mutasyonların, nükleotidler üzerindeki etkisi, bilime göre tesadüfidir. Yeni genetik bilgi üretemezler.
YAŞAMA İÇGÜDÜSÜ VE MUTASYONLAR
Oysa evrime göre mutasyonlar sayesinde; bakterilerden, insanlara uzanan yolda, DNA'nın, sayısız, arka arkaya,süper şanslı genetik bilgiler edinmesi gerekir. Mutasyona uğrayan canlılar, ürerlerken, deneme yanılma yöntemiyle; ancak her nasılsa hayatta kalmayı sağlayacak seçimi yaparak, bir sürü elemeden geçerler. Evrimcilere göre, hayatta kalma içgüdüsü, mutasyonlara yön veren ve doğal seçilimi tesadüfi olmaktan çıkaran amaçtır.
Peki bu yaşama ve daha başka canlılarla ilgili içgüdüleri, evrim teorisi nasıl açıklıyor? Canlılar neden intihar etmez ve böyle bir içgüdü yasası yoktur? Evrimde doğal seçilimin tüm amacı, canlıları hayatta bırakmak ise, av ve avcıilişkisi nasıl açıklanabilir? Madem her şey, yaşamak için dönüşüp-değişiyor; bütün avlar, neden yaşamak için bugüne kadar evrimleşemediler ve av olmaktan kurtulamadılar? Ayrıca bir hayvan türünün, birden çok düşmanından, bazılarına galip gelirken, bazılarına mağlup olmasını evrim nasıl açıklıyor? Düşmanlarından hangisine karşı silahlanacağını, evrim mi seçiyor? Mesela düşmanlarından korunmak için, ağaç, yaprak, taş ve benzeri objeleri taklit eden hayvanlarda, bu benzerliği mükemmel yapan nedir? Ancak avlayıcı hayvanlara da, bu taklitçileri fark ettirenderin yapı, hangi mutasyonlar tarafından düşünülmüştür?
TEORİNİN ÇIKMAZI: EVRİMLEŞMEYEN TÜRLER VE DNA

Latimeria Balığı, Mezozoik zaman, Trias dönemi, 400 milyon yaşında.
Doğal seçilimi sarsan, mutasyon mekanizmasının da açıklayamadığı; çözümü pek de mümkün gözükmeyen problemler vardır. Bunlardan birisi de, 100 milyonlarca yıl varlığını aynen koruyan türlerdir. Bu türlerin,  fosil bulguları, günümüzde apaçık ortadadır. Peki neden bu türler, mutasyona uğramamışlardır? ÖrneğinLatimeria isimli balığı ele alalım. Bu balıkla ilgili fosil bulguları bizi, 400 milyon yıl geriye götürmektedir. Bu balıkların, dinozorlarla aynı zamanda tükendiği düşünülüyordu. Ancak 1938'de, Güney Afrika kıyıları açığında avlanan tuhaf bir balık, bilim adamlarını şoke etti. Çünkü bu yaşayan fosil, Latimeria balığıydı. Milyonlarca yıl önce yaşayan atalarıyla kıyaslandığında, neredeyse hiç değişmemişti.
Evrimi tanımayan bir diğer örnek de; histon H4 genleridir. Bu genlerin, en az iki milyar yıl korunması  çok etkileyicidir. Bakteriler, evrimcilere göre, sürekli evrimleşip sonunda insana dönüşürken(!); neredeyse her canlıda bulunan H4 geni, nasılsa mutasyondan kurtulmuştur?
Doğal seçilimin ikinci bir problemi ise hayatın bilgisi; DNA'dır. DNA gibi inanılmaz bir moleküler makinanın, evrimsel bir süreçle, kendiliğinden ve rastlantısal(tesadüfi) adımlar sonucu ortaya çıkma ihtimali, akla uygun düşmüyor. DNA gibi makro moleküllerin işleyişi, bazı ateist bilim adamlarını da zorlamaktadır. Bakınız, Prof. Daniel C. Denett, şaşkınlığını nasıl dile getiriyor:

"Araştırmamızın bu düzeyinde, keşfettiğimiz bilinçli failliğe benzer, bize yabancı ve hafif itici gelen bir şey var. Ortada amaca yönelik telaşlı bir koşuşturmaca olmasına rağmen, evde kimse yok. Mükemmel bir şekilde tasarlandıkları ve yaptıkları şeyden hiç haberdar olmadıkları anlaşılan moleküler makineler, şaşırtıcı marifetler sergiliyor."

Bay Denett'a itici gelen şey ne? Bu moleküllere her baktığında, mükemmel bir Tasarımcıyı çağrıştırması mı? Nitekim
Sir Francis Crick'de aynı hastalıktan muzdarip görünüyor ve meslektaşlarını şöyle ikaz ediyor:

"Biyologlar, gördükleri şeylerin tasarımlanmadığını, aksine evrim geçirdiğini, hiç akıllarından çıkarmamalıdırlar."

Demek ki Nobel ödülü, bilimin namusunu korumaya yetmiyor. Allah'ı yok sayma uğruna, nice çamlar devriliyor; bilimin en temel prensibi ayaklar altına alınıyor. Halbuki, Avrupa ortaçağ karanlığında engizisyon mahkemeleri kurarken;İslam Medeniyeti'nde; "bilimin ilk şartı şüphedir" prensibi dalgalanıyordu.
Dawkins'de, yaşamın temelini oluşturan "genetik bilgi" konusunda çaresizdir. DNA'nın adım adım evrim sonucu ortaya çıkamayacağını, acz içinde şöyle dile getiriyor:

"DNA'nın, adım adım ilerleyen bir süreçte oluştuğunu hayal edebilmek çok zor."

Mezozoik zaman, Jura-Kretase dönemi, 120 milyon yaşında(Çin)
EVRİM KURAMI: KANITSIZ!
Canlılığın bu en temel molekülünün ortaya çıkışı konusunda suskun olan Dawkins, tüm yaşamın ve yaşamdaki çeşitliliğin, kör seçilimle oluştuğunu; yaratmanın söz konusu olmadığını, körü-körüne savunuyor. Amacını ve ön yargılarını bakınız nasıl sıralıyor:

"En eskisi hariç, doğal seçilim kuramının, tüm sözde seçenekleriyle baş ettik. Eneski kuramsa, yaşamın bilinçli bir tasarımcı tarafından yaratıldığı ve deevrimin yönetildiği kuramı. Böylesi inançlar için söyleyebileceğimiz birinci şey,gereksiz oldukları; ikinci şey de, bizim açıklamak istediğimiz örgütlü karmaşıklığı zaten varsaydıklarıdır. Kanıtlar evrim kuramı lehine olmasa bile, elimizdeki en iyi kuram hala bu. Yaşamın karmaşık tasarımı üzerine öne sürülmüş tek işe yarayan açıklama, yavaş yavaş ve kerte kerte gelişen birikimli seçilimdir. "Kör Saatçi"deki temel düşünce, yaşamı veya evrendeki herhangi bir şeyi anlamak için, bir tasarımcının varlığını kabullenmek zorunda olmadığımızdır."
BİRİKİMLİ SEÇİLİMCİ: "KÖR DAWKİNS"
"Kör Saatçi" nitelemesini doğrudan Allah için kullanıyor ve bununla şunu söylemek istiyor: Evrenin Yaratıcısı yok, şayet var diyorsanız, o zaman bu saati(evreni-canlıları) yaratan, kördür. Çünkü evrende canlılar, bilinçsiz-iradesiz(kör) bir birikimli seçilimle evrimleşmiştir. Kendi körlüğü, her paragrafında; hatta her cümlesinde ortaya çıkan bu kimse, bizce bilim insanı değil; bağnaz-dindar bir evrimci bilimcidir. Yukarıdaki Dawkins'in ifadelerine bakarsanız, bu iddiamızın doğruluğunu kolayca görebilirsiniz. İşte kör bir mantığın çelişkileri:
"Yaratıcı ve yaratma gereksiz. Yaratmayı esas alan kuram, eski ve böyle inançlar gereksiz. Kanıtlar evrim kuramı lehine değilse de, en iyi kuram evrim. (Benim temel düşüncem) evrendeki herhangi bir şeyi anlamak için Tasarımcının varlığına gerek yok."
Bu kendi içinde tutarsız, ilmin objektif penceresinden mahrum ve adeta ne olursa olsun evrim diyen bir kafa yapısı. Bizce evrim teorisi bir din haline getirilerek; ateizme dayanak yapılmaktadır. Böylece, hiç duymak istemedikleri "Yaratıcı ve yaratma fikri"nden, "bilimselliğin(!) evrim teorisi kılıcı"yla bir vuruşta kurtulmuş olacaklarını zannediyorlar.
Özetle "evrim teorisi"nin değirmenine su taşıyan tüm evren bilimci ve evrim bilimciler diyor ki: Evrende sadececanlılar değil; her şey(canlı-cansız), kendiliğinden, tesadüfen ve bir Yaratıcı olmadan ortaya çıkmıştır. Kanıt ne?Kanıt olmasa da bu böyle!..
TEK HÜCREDEN İNSANA EVRİM(!)

Evrim teorisine göre, kendiliğinden(!) türeyen basit bir canlı, ya da canlılar;aşağıdan, yukarıya doğru, doğal seçilim mekanizmalarıyla evrimleşerek; insan dahil tüm canlıları oluşturmuştur. Teori, alt türlerin evrimleşip; bir üst türe(boyuta) dönüştüğünü söyler. Kısacası, tüm canlılar, ortak bir atadan gelmektedir. Her nasılsa evrimleşen alt tür, hem bir üst türü oluşturuyor, hem de yerinde duruyor. Yani, maymun, insan olurken; her nasılsa, maymun olmaya da devam ediyor. Bir başka açıdan da, hem evrimleşiyor ve hem de evrimleşmiyor. Tek hücrelilerden, varlıkların en mükemmeli olan insana doğru "evrimleşme süreci", bir kanıt ortaya koyamadığı gibi, yüzlerce soruyu da cevapsız bırakmaktadır.
Darwin, türlerdeki değişimleri, gözlemledi. Arkasından bu değişimin; bir türden diğer bir türe geçişi doğuracağı sonucuna vardı. Ancak fosil bulguları ve modern üretim teknikleri, hem Darwin'in, hem de onun bugünkütakipçilerinin, yanıldıklarını ortaya koymaktadır.

Meyve sineği(Drosophila melanogaster)
KUR'AN: "BİR SİNEK YARATAMAZLAR"(HACC(22)/73)
A New World adlı kitabında, Jeremy Rifkin, türlerin dönüşümükonusunda, şunları yazmıştır:
"Türlerin, kendi özlerine bu kadar inanılmaz bir şekilde sarıldıkları konusunda hâlâ şüphesi olanlar, o küçücük meyve sineği üzerinde yapılan deneylere baksınlar. Bu deneyler, birçok saygın bilim adamını,dönüşümün değil, dengenin (kararlılığın) bir genel tabiat kanunuolduğuna, ikna eden veriler ortaya koymaktadır. Meyve sineği, gebelik süresi çok kısa (12 gün) olduğu için, uzun yıllardır mutasyon deneylerinin gözde deneği olmuştur. Bu deneylerde; sineğin mutasyon oranını 15.000 kez artırmak için röntgen kullanılmıştır. Bilim adamları, her şeyi hesaba katarak; meyve sineğinin, evrim sürecini kolaylaştırmışlar ve onun normal şartlarda, milyonlarca yılda gerçekleştirebileceği mutasyon ve evrime eşdeğer bir ortam oluşturmuşlardır."
"Mutasyonun bu kadar hızlandırılmasına rağmen; bilim adamları yine meyve sineğinden başka bir şey elde edememişlerdir. Daha önemlisi, meyve sineği, bunca mutasyon deneylerine rağmen, belli sınırların ötesinde bir değişim göstermemiştir. Mesela Ernst Mayr, meyve sineği üzerinde 1948'de gerçekleştirilen iki deneyle ilgili şu bilgileri aktarmaktadır: Birinci deneyde, sineğin kıllarının azaltılması, ikinci deneyde ise artırılması hedeflenmişti. Ortalama 36 olan kıl sayısını, 30 kuşak sonra 25'e kadar düşürmek mümkün oldu. Ama daha sonra kısırlık meydana geldi. O seriden elde edilen sinekler, nesiller üretemez oldular. İkinci deneyde ise ortalama kıl sayısı 36'dan 56'ya çıkarıldı. Bu defa yine ilk deneyde olduğu gibi kısırlık baş gösterdi. Mayr, bunun üzerine şu sonuca vardı:

"Belli ki, seçilimle geçekleştirilen zorlayıcı ıslahlar, genetik çeşitliliğin kökünü kurutmaktadır. Tek taraflı seçilim, genel çevreye uyumda, bir düşüşe neden olmaktadır. Bu da, neredeyse her üretim deneyinin baş belasıdır."

Bakteriler, bizlere, türlerin, radikal bir değişim göstermediğinin ayrı bir kanıtıdır. Bakteriler, en çabuk üreyen hayat formudur. Tüm hayat formlarının, % 75'ini oluşturmaktadırlar. İddiaya göre, yaklaşık üç milyar yıllık bir ömre sahiptirler. Kontrol altında tutulmadıkları takdirde; 36 saat içinde tüm dünyayı neredeyse diz boyu kaplayabilirler. Hayatın tüm diğer formlarından daha fazla mutasyon üretirler. Ancak bugüne kadar bakteri türünden başka hiçbir şey üretmemişlerdir.

Dans sineği, Senozoik zaman, Eosen dönemi, 45 milyon yaşında (Rusya)
"ORTAK ATA" İDDİASINA: FOSİLLERİN CEVABI   
Aslına bakarsanız, türlerin hiyerarşik olarak değişimine, Darwin'de inanmış gözükmüyor. 1863'de yazdığı bir mektupta, bu gerçeği, şu sözlerle dile getiriyor:

"Detaya indiğimiz zaman, hiçbir türün değişmediğini kanıtlayabiliriz.Yani herhangi bir türün, değiştiğini ispat edemeyiz. Ayrıca teorinin temelini oluşturduğunu varsaydığımız değişimlerin, yararlı değişimler olduklarınıkanıtlayamayız."

Gerek fosiller, gerekse üretim deneyleri, açık bir şekilde, bir tür içindekideğişimlerin, dönüşümü değil; aksine türün, istikrarını koruduğu kanıtlanmıştır.

Evrim, hayatın başlangıcından bugüne kadar devam eden bir süreçse; bu sürecin şahitleri de kayalardır.Yeryüzündeki hayatın, en eski kanıtları, kaya şeklinde gömülmüş fosillerdir. Fosiller olmadan, yaşamın nasıl geliştiğine dair; bir kanıt, gözlem, yada bilimsel bir araştırmadan söz edilemez.
"Ateist evrimciler" bile, kuşların, böceklerin ve memelilerin uçma özelliğini, "ortak bir ata" dan elde ettiklerini söyleyemiyorlar. Bu da, uçma özelliğinin, "ortak bir ata"dan mirasla gelemeyeceğini göstermekle kalmayıp; canlılarda bu durumun defalarca oluşacağının bir kanıtıdır. Sadece bu bile, evrim teorisinin, sayısız sorunlarından birisidir.
Dr. Grasse, fosillerin önemini, meslektaşlarına şu sözlerle hatırlatır:
"Evrim süreci, yalnızca fosil yöntemiyle ortaya çıkar. Bu nedenle, paleontoloji bilgisi, olmazsa olmaz şartların başında gelir. Evrimin kanıtını, sadece kayabilim sağlayabilir ve onun seyrini veya mekanizmalarını, sadece bu bilim açığa çıkarabilir."

Dr. Grasse, Dünya'nın saygın biyologlarındandır. Fransa'da, Darwin teorisini eleştiren bir kitap yayınladı. Evolution ofLiving Organisms(Canlı Organizmaların Evrimi) isimli bu kitap; daha çok kaynağın güvenilirliği üzerine yoğunlaştı. Onun bu kitabına , Darwin teorisinin sadık savunucusu ve aşırı tutucu olarak bilinen Dobzhansky Theodosius, bir tanıtım yazdı. Ve büyük bir araştırma tecrübesi bulunan Grasse'in gözlemlerinin, göz ardı edilemeyeceğini, itiraf etmek zorunda kaldı. Grasse, 28 ciltlik Traite Zoologie isimli ansiklopedinin editörü ve Fransız Bilimler Akademisi'nin eski başkanıdır. Dobzhansky; "Grasse'in, canlılar dünyasına ilişkin bilgisinin, çok kuvvetli olduğunu" kabul etmektedir.

Çekirge, Mezozoik zaman, Keratase dönemi, 108-92 milyon yaşında (Brezilya)
FOSİL KAYITLARI: DARWİNCİ EVRİMİ YALANLIYOR
Ancak fosil bilimi, Evrim teorisi için hiçbir zaman kanıt sunmamıştır. Richard Dawkins, evrimcilerin, adeta kutsal kitabı sayılan "Kör Saatçi" kitabında, aşağıdaki cümleleri ağzından kaçırır:

"Fosil kayıtlarında görülen boşluklar, Darwincileri hep kaygılandırmış vemükemmel olmayan kanıtlara bahaneler uydurmaya zorlamıştı. Darwin bile bunu itiraf eder: Jeolojik kayıtlar, mükemmel olmadığı için, tüm soyu tükenmiş ve şimdi yaşamakta olan canlıları birbirine bağlayan, sonsuz sayıda çeşitlilikteki ara formlar, bulunamamıştır. Jeolojik kayıtların doğasına ilişkin bu görüşümü kabul etmeyenler, kuramının da tümünü reddetmekte haklı olurlar."
Darwin, ara formların zamanla ve teknolojinin ilerlemesiyle keşfedileceğini ve böylece kendi tezinin doğrulanacağını sanıyordu. Darwin'den bu yana geçen 100 yılı aşkın sürede, milyonlarca fosil bulunup incelendi. Ancak Darwin'in beklentisini haklı çıkaracak fosil kayıtları bulunamadı.
Dünya'daki bilinen fosil türlerinin, % 20'sinin örneklerini "Chicago'daki Field Museum" barındırmaktadır. Müze müdürü David Raup'a göre; bulgular, Darwin'in ve Dawkins'in iddialarına destek vermiyor. Ara formları içeren ve adım adım evrimi destekleyen veriler yok ortada. Evrimcilerin kesin inançlılığı ve propagandası o derece fazladır ki; çoğu kimse fosillerin, Darwinci yorumları desteklediğini zanneder. Darwin'den bu yana 120 yıl geçti ve fosil verilerimizfevkalade genişledi, ancak Darwinci evrimin kanıtları ortada yok.
DARWİN TEORİSİ: "GERÇEK HAYATA UYMUYOR"
"A New World" kitabında, Jeremy Rifkin, şunları söylemektedir:

"Jeolojik bulgularda yapılacak bir gezinti, evrimsel değişimin, 'yavaş yavaş gerçekleştiği saçmalığı'na insanları bile ikna etmelidir. Teori ile gerçeğin birbirleriyle uyuşmadığının ilk işareti, fosillerin ortaya çıkarıldığı yerlerdeki kaya formlarında bulunmuştur."
Denizanası, yumuşakçalar, süngerler, eklembacaklı kabuklular ve diğer omurgasızların tümü, kayabilimcilerin,Paleozoik Devir ismini verdikleri dönemde, hep beraber bulunmuşlardır. İşte gizem bu noktada başlamaktadır.Paleozoik-öncesi kaya oluşumlarında, yaygın şekilde fosil atalarının bulunması gerekir. Oysa, California Üniversitesi'nden, Paleo-botanist Daniel Axelrod'un açıkça ifade ettiği gibi; burada çok önemli bir problem vardır:
"Jeoloji ve evrimin çözülmeyen temel problemlerinden birisi; aşağı paleozoik kayalarda fosilleşmiş çok hücreli deniz omurgasızlarının, tüm kıtalarda bulunmasına rağmen; daha eski devirlerin kayalarında olmamasıdır. Her nasılsa, builk paleozoik fosillerin, atalarını bulmak için paleozoik-öncesi kayaları incelediğimizde, bunların hiçbir yerde bulunmadığını görmekteyiz."

Paleozoik kayalarda yaygın halde bulunan çok hücreli omurgasızların ataları, nasıl olur da paleozoik-öncesikayalarda bulunmaz? Ata fosillerin, bir önceki dönemin kayalarında bulunması gerekmez miydi? Evrimcilerin, bu konuda ileri sürdükleri yegane bahaneleri; bu ata fosillerin, çoğunun vücudunda, yalnızca yumuşak bölümler olduğu iddiasıdır. Yani onlara göre, fosilleşecek kabuklar ve kemikler yoktur. Ancak 3 milyar yıllık bakteri fosilleribulunurken; sözü edilen canlıların bulunmaması, bu evrimci iddialarını boşa çıkarmaktadır.

Kaplan kafası: Senozoik zaman, Miosen dönemi, 20 milyon yaşında (Asya)
PALEOZOİK DEVRİ: "YARATILIŞIN KANITI"
Ayrıca, 400 milyon yıllık fosili bulunan Latimeria gibi balıkların, günümüzde dehiç değişmeden yaşaması, asıl evrim teorisini, eskimiş teori yapmaktadır. Fosil kayıtlarındaki bu büyük boşlukların, evrim teorisini yalanladığının farkında olan Dawkins, bakın nasıl hayıflanıyor ve arkasından gerçeği nasıl inkar ediyor:

"600 milyon yıl önce oluşan kambriyen (palezoik) kayaç katmanları, ana omurgasız gruplarının çoğunu bulduğumuz en eski kayaçlardır. Bu fosillerin çoğunu, ilk ortaya çıkışlarında, ileri bir evrim düzeyinde buluyoruz. Sanki hiçevrimsel tarihleri yokmuş ve ortaya bırakılmışlar gibi. Söylemeye gerek yok; bu ani ortaya çıkış, yaratılışçıları çok mutlu ediyor. Evrimciler, kambriyen devrinde, bu denli çok sayıda, karmaşık hayvan çeşidinin aniden ortaya çıkışının, tek alternatif açıklamasının; Tanrısal Yaratılış olduğunu kabul eder ve bu alternatifi reddeder."
İşte evrim teorisine iman edenlerin, körlüğü. Bay Dawkins'in kitabına verdiği isim, kendisine çok yakışıyor. Dawkins gibi evrim teorisine iman edenlere, hiç bir kanıt kar etmez. Gözleriyle görseler; mucizelere boğulsalar, yine de bir şey ifade etmez. Zira, böylelerinin kalp gözleri kördür.
"EVRİM TEORİSİ"NE: BAZI SORULAR
Darwinci doğal seçilimin, bir teori olarak bilimsellik sınırlarında kalabilmesi için, bazı sorulara cevap vermesi gerekmektedir:

1) Doğal seçilim yasası, neden vardır? Bu yasa, canlılar alemindeki birçok yasadan birisidir. Bu yasayı, ortaya koyanve yöneten güç nedir, ya da kimdir?
2) İlk olarak doğal seçilim mekanizması ve canlılara ait diğer yasalar, nasıl ortaya çıktı? Bu yasaları, canlı organizmaya başlangıçta emreden nedir, hatta kimdir?
3) Neden bu yasa, gerileme değil de, ilerleme yönünde çalışıyor?
4) Madem ki doğal seçilim, gelişme ve ilerleme yönünde; basitten, karmaşığa doğru planlı bir yapı oluşturuyor. Bu, bir amacı ve anlamlılığı ortaya koymaz mı?
Amaçlı ve anlamlı bir işleyiş; bir iradeyi, bilinçli bir amaçlayanı davet etmez mi? Bu durumda, tesadüfilik, akılsız işleyiş, amaçsızlık ve körlükten nasıl söz edebiliriz?
5) İçinde akıl, bilgi, plan, düzen ve kontrolden başka bir şey göremediğimiz canlılar alemi, her geçen gün yeni teknolojilerin ışığında, bilim adamlarını şaşırtmaya devam ederken; biz "zeki fail" olarak "Doğa"yı mı göreceğiz?
Bu sorulara, evrim teorisinin verdiği bilimsel ve tutarlı cevapları bilmiyoruz.