nedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
nedir etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
31 Aralık 2012 Pazartesi

İdealizm ve Materyalizm nedir .?

İdealizm ve Materyalizm

Fransız düşünür ve filozof Descartes “felsefenin temel problemi” denen sorunu açık bir şekilde ortaya koyduğundan bu yana felsefi literatür yeni zenginliklere sahip oldu.

 İnsan zihnini aslında en çok meşgul eden bir sorundur bu fakat ne hikmetse Descartes’tan önce bu problemi bilinç düzeyinde kurcalayan pek kimse bulunmazdı.

 Yazının amacı idealizm ve materyalizme yüzeysel bir bakış olacağı için “felsefenin temel problemi” denen sorunu (ya da soruyu) iyi anlamak gerek. Zira hem idealizm hem de materyalizm, felsefi birer sistem olarak kaynağını bu probleme getirilen açıklamalardan alır. Açıkçası koca felsefe tarihi farklı biçimlerde ortaya konan bu problemin etrafında gelişen uzun bir “cevap arayışı”ndan ibarettir. Hepsi bu..

Peki, nedir bu kadar önemli olan bu problem? Az çok herkes bilir ama çarçabuk bir özet geçeyim;

Hemen hemen tüm felsefi sistemlerin üzerine kurulu olduğu 2 temel direk; ruh ve madde (siz buna bilinç ve madde, fikir ve madde de diyebilirsiniz) uzlaştırılamaz bir şekilde kavga ederler. Yani doğayı, evreni, toplumu, dünyayı vb. açıklamak için elimizde var bulunan bu iki olgu, birinin geçerli sayılmasıyla diğerinin “yok” veya “ikincil, türev” olmasını gerektirir. Ruh ve maddenin beraberce, aynı anda var olmaya başlayıp, aynı anda fenomenlere temel oluşturup, aynı anda ve aynı ölçüde hakiki olması imkansızdır. Tabiatıyla bu iki olgu birbirlerine taban tabana zıttır. Fakat bu siyah-beyaz örneğindeki gibi bir zıtlık değil, ama tam bir tezat içinde olma durumudur. Birinin asıl olması diğerinin ikincil ve yansıma olmasını mecbur kılar. Dolayısıyla karşımıza ikircikli bir durum çıkar. Çözülmesi gereken bir probleme rastlarız. İşte felsefenin temel problemi denen, ve bana göre felsefi birikimin tarihsel dinamiğini oluşturan sorun tam olarak budur. Ruh mu asıldır madde mi? Hakiki olan hangisidir? Hangisi ilk hangisi ikincildir, dolayısıyla hangisi diğerini açıklar? Dış gerçekliğin veya “hakikatin” temeli hangisinde yatar? Vb. vb..

Felsefe tarihi yumuşak bir kutuplaşma tarihidir. Felsefenin tıpkı bilim gibi soru ve sorunlarla ilerleyebiliyor olması ona böyle bir özellik kazandırmıştır. Bu kutuplaşmanın en keskin örneğini “idealizm-materyalizm” tartışmasında buluyoruz. Filozoflar yukarıda izah ettiğim soruya verdikleri cevaplara göre iki ana kampa ayrıldılar.

Bazı filozoflar, varlığın doğası üzerine düşünmeye başladıklarında, tek var olan şeyin düşüncenin kendisi olduğunu, maddi ve fiziksel olarak elle tutulur gibi görünen şeylerin aslında sadece zihindeki fikirler ya da onların yansımaları olduğunu ileri sürdüler; bunlar idealizm kampını oluşturuyorlardı...

Bazıları ise varlığın doğasını varlığın “kendinde-şey” olmasına bağladılar, varlığın bizim algıladığımız şekilde veya bazı algı yanılsamaları elendikten sonra geriye kalan niteliklerle basitçe var olduğunu, bilincin madde tarafından yaratıldığını ileri sürdüler; materyalistler…


Kısaca İdealizm ve İdealistler

Hegel, var olan her şeyin başka her şeyden bir pay aldığı ve zorunlu bir takım yakınsama sonucu mutlak tine doğru yükseldiği, oldukça karmaşık ve anlaşılması güç bir idealizm biçimi ortaya koymuştur. Fakat bir çoklarına göre bu, idealizmin sadece bir veçhesini ortaya koyar: metafizik bir idealizm. İdealizmin bu biçimi gördüğümüz her şeyin maddi bir temele sahip olduğu, dolayısıyla her şeyin buna indirgenebileceği görüşüne karşı çıkar. İdealist filozof karşı karşıya kaldığımız dünyanın esas doğasının ne olduğunu sorarken nihayetinde hakikatin “zihinde” bulunduğunu iddia eder. İdealist yürümekte olan bir arkadaşını açıklarken, kendisinin “yürümekte olan ve zihin sahibi bir arkadaşını tasavvur ettiğini, onun zihninde kendisinin durağan olmasının materyalistlerin maddi gerçeklik safsatalarının asıl anlamı olduğunu” söyler. Bunun teferruatlı biçiminde ikisinin de “birer fikir” ya da “bilincin yansıması olarak bilince bağımlı ikincil, türev gerçeklik” olduklarını anlarız. İdealist filozofa göre o ve arkadaşı birer bilinç biçimidir. Burada başka bir problem baş gösterir. Bilinçler birbirinden bağımsız tikel gerçeklikler mi yoksa daha üstün bir tinin yansımaları mı? Birbirlerini var eden yaratıcılar mıdır bilinçler?

Maddi var oluşu zihinsel faaliyetlere indirgeyen bir felsefi sistem, yaratıcı yaftası yapıştırdığı “zihnin” var oluşunu açıklamakta zorlanır. Ya da basitçe Tanrı’ya sığınır. “Hiçbirimiz düşünmesek bile Paris şehri var olmaya devam etmeyecek mi?” sorusuna idealistler, “Elbette var olacak, çünkü o zaman Tanrısal bilinç iş başında olacak” diye cevap verirler. Hegel’in metafizik tutumuna bir örnek olarak, ilk önce maddi varlığı bilince, daha sonra bilinci Tanrısal bilince indirgeyen bu düşünce ekolüne “Nesnel İdealizm” denir.

Öte yandan, epistemolojik idealizm modern çağda Locke’ın, dış dünya ile etkileşim halindeyken nesnelerin bizim üzerimizde izlenimler yarattığı ve zihnimizde fikirler oluşturduğu konusunda söyledikleriyle başlar. Berkeley kurnazca bir adımla fikirlerin zihnimizde bulunduğunun kuşkusuz olduğunu belirtiyor ama sonra soruyordu: Zihnin dışındaki şeylerin varlığı konusunda ne gibi bir garantimiz var? Fikirler, bilmek konusunda garantisi kendinden menkul yegane olgulardır. Çünkü bilebildiğimiz tek şey tanım gereği fikirlerdir. Örneğin bir nesneye, mesela bir taşa baktığımda o taş var olduğu, kendi içinde nesnel bir gerçekliğe sahip olduğu için değil; ama ben onun var olduğunu düşündüğüm için onu algılayabiliyorum.

 Nesneye dair zihnime giren şeyler (örneğin görme eylemi esnasında göze gelen fotonlar) bir şekilde beynimde dağılırlar, ama ben bir fikri bütünsel olarak muhafaza etmeye devam ederim. Fakat Berkeley’in bir problemi vardı: ya o taşa ayak serçe parmağımı çarparsam? Ayağımı o taşa çarptığımı düşünmezsem acı duymaz mıyım?

 Bir kamyon bana çarpmak üzereyken onu düşünmezsem çarpmaz, çünkü o artık var değildir. Fakat gündelik tecrübemizin bize bildirdiği biçimde, o kamyondan kurtulmanın tek yolu fren veya manevradır. Ama tıpkı Berkeley’in yaptığı gibi, taş fikri ile acı fikri arasında bir büyük aracı olarak Tanrı’yı gündeme getirmek sorunu çözer. Nesnel var oluşun aslında zihinsel yansıma demek olduğu bu ekolden, Tanrı figürü eksiltildiği zaman Berkeley ve halefleri hızla “tekbenciliğe (solipsizm)” kayarlar. Solipsizm insan, ve hatta tek bir zihnin etrafında örülü fenomenlerle dolu bir dünya tasavvur eder.

 Bu ekolde maddeyi var eden zihin ve fikirlerdir. Onlar olmazsa fiziksel olarak algıladığımız şeyler de aslında var olmazlar. Böylece Berkeley, bunu tumturaklı cümlelerin karmaşasına gizlemeye çalışsa da, aslında sadece maddi gerçekliği değil ama aynı zamanda fikrî gerçekliği de inkar etmiş oluyordu. İdealizmin bu  katı ve sert biçimine “Öznel İdealizm” denir.


Kısaca Materyalizm ve Materyalistler

Materyalistler dünyanın tamamının doğasının maddi ya da fiziksel olduğuna inanırlar. Başka şekilde söylenirse, ruhlar veya başka gayri maddi varlıklar ancak bizim hayal gücümüzün aleminde var olabilirler (Hayalgücünün zihinsel bir faaliyet olduğunu düşünürsek bu bile fizikseldir.

 Çünkü zihin maddi bir varlık olan beynin işlevselliğine verilen isimdir.) İlk materyalistler var oluşun doğasını açıklamaya çalışırken dört unsurla (ateş, su, toprak, hava) sınırlandırılmış bir harçtan bahsederlerdi. Çinliler buna beşinciyi eklediler (tahta). Bütün canlı veya cansız varlıkların bu temel unsurların ya bir bileşimi ya da bir teki olduğunu söylüyorlardı.

 Düalistler veya agnostikler, ilk çağlarda bu görüşe katılmakla beraber bir ruh veya Tanrı’nın içinde yaşayabileceği ayrı bir alem tasavvur ediyorlardı. Bilimsel faaliyetler yürütenler dini otoritelerle karşı karşıya gelmemek için bunu kabulleniyorlardı. Ne var ki çeşitli bazı bilimsel sistemler fiziğin doğasına aykırı öngörülerde bulunduklarından (ve aynı zamanda deneyle doğrulandıklarından) idealist tezin güçlenmesi için geniş bir alan bırakıyorlardı. Newton’un pek çok deneyle test edilip doğrulanmış kütle çekim yasası kütle çekimsel kuvvetin iletim aracını açıklayamıyorlardı. İdealistler bunu Tanrı’nın her yere uzanabilen eliyle açıkladılar.

Ya da yakın tarihte ortaya konan, özellikle fizik alanındaki pek çok ilerleme, idealistleri atom-altı dünyaya kadar kanıt peşinde dolanmaya itmiştir. Elektron’un inversiyon hareketi ile uzaktaki parçacığı etkilemesi; kuantonların süperpoze olma durumları vb. pek çok durum idealizmin ispat peşindeki neferlerine iştah kabartıcı görünür. Ne var ki bilimsel ilerleme böyle problemlere dayanır. Einstein’in uzay-zaman teorileri, görelilik kuramları, bize göstermiştir ki uzayın (ve hatta zamanın) fiziksel bir yapısı vardır. Zamanın geçmediğini, aslında bizim zaman içerisinde hareket halinde olduğumuzu böylece anladık. Einstein’in pek çok deneyle ispatlanmış kuramları, bize nesnelerin uzay-zamanı bükmeye uğrattığını garanti eder.

 Bu da demektir ki, eğer nesneler maddi ise, büktüğü alan da maddi olmalıdır (zaman dahil, zaman da bükülür). Bu, materyalist tezin en güncel kanıtlarından biridir.

Geçmiş yüzyılın ortalarından itibaren bilimlerdeki devrim niteliğindeki ilerlemeler sayesinde materyalizm, idealizm ile mücadelesinde haklı olma statüsüne erişmiştir. Aynı zamanda birer toplumbilimci olan filozofların çalışmaları ve anti-tez mahiyeti de taşıyan kanıtlarıyla materyalizmin her alanda zaferine tanıklık etmek olanaklı hale gelmiştir. Materyalistler genelde ateizm imasıyla ateş altında olsalar da gerçekliğin toplumsal kabulden geçmediğini bize hatırlatırlar.

 Tanrı’nın metafiziksel olmak zorunda olmadığı görüşünü savunan birkaç filozof dahi, onun teşhis edilme eğilimi karşısında oryantalistçe çekingen kalmışlardır. Bu yüzdendir ki çoğu teolog, din adamı, devlet adamı veya sıradan bir teist fiziksel olmayan ve dolayısıyla ampirik olarak teşhisi imkansız bir Tanrı’nın varlığını ileri sürerler. Bu da bir nevi idealist tezi savunmaktan kaçınmaktır.
28 Aralık 2012 Cuma

Lale devri nedir.?


tamamen salıverme
zevki sefa

Lale devri nedir?

Türkiye tarihinde Pasarofça Antlaşması ile Sultanİkinci Ahmed Hanın tahttan indirilmesi (1730) arasındaki döneme lale devri denir ve osmanlı tarihinin yüzkarası bır dönemidir
Lale Devri, Osmanlı SultanıÜçüncü Ahmed Han (1703-1730) ve Vezir-i azam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa zamanında Osmanlı-Rus-Avusturya-Venedik harplerinden sonra imzalanan Prut ve Pasorofça antlaşması ardından başladı.

Yıllarca süren harpler ve isyanlardan bıkan ahali, antlaşmalardan sonra savaştan uzak bir hayat sürmeye başladı. İstanbul’da sünnet ve düğün merasimleri artarak, mevsimine göre kır, deniz seyahatları ve helva sohbetleri tertiplendi. Padişah dahil, devlet adamları baharda lale mevsiminde Sadabad, Şerefabad Bağ-ı Ferah, Emnabad, Hüsrevabad, Hümayunabad, Kasr-ı Süreyya, Vezirbahçesi köşklerine, Tersane Bahçesi, Çırağan Bahçesi, Beşiktaş yalılarına giderlerdi.
Devlet adamları, ahali ve çiçekçi esnafı, iki yüzden fazla lale çeşiti yetiştirip, bu bitkiye karşı alaka artmıştır. Mahbud, devrin en meşhur ve pahalı lale çeşiti oldu. İstanbul başta omak üzere bütün memleket sathında park, bahçe tanzimi, köşk, saray, çeşme, sebil, imaret, medrese, kütüphane ve camiler dahil pekçoksanat eseri yapıldı.

Gerçekte bu devir Türk bahçe ve park anlayışının mükemmel bir tezahürüdür ve Avrupa bunu Turquerie adıyla taklid etmiştir. Bu devirde ayrıca, inşa ve tamir edilen sanat eserlerinin süslenip, tezyini için İstanbul’a çini fabrikası kuruldu. Bugünkü Nevşehir, bu devrin eseridir (Bkz. Nevşehirli Damad İbrahim Paşa).
Yine bu devirde, 16. yüzyıldan beri İstanbul’da ve diğer Osmanlı şehirlerinde Arapça, Ermenice, İbranice, Rumca kitap basan matbaaların ardından, Şeyhülislam Abdullah Efendinin fetvası ile, aslında bir eksiklik olan, Osmanlıca kitap basımı da gerçekleşti. Matbaa basılacak kitapların kontrolü için alimler vazifelendirildi. İstanbul’da bulunan doksan bin kadar hattatın durumları dikkate alınarak ilk zamanlar dini kitap basılmadı. Hattatlıkla uğraşan kalem ehlinin bir kısmı matbaada tab işlerinde musahhihlik yaparak zamanla denge sağlandı ve dini kitapların basımına geçildi. Matbaanın ve hattatların ihtiyacını karşılamak için kağıt fabrikası kuruldu. Avrupa ile münasebetler arttırılıp, Viyana’ya konsolos tayin edilerek, çeşitli başşehirlere dostluk nameleri gönderildi.
Sonradan "Lale Devri" diye adlandırılan 1718-1730 tarihleri arasındaki yıllar sulh, sükun ve huzurla geçtiğinden Osmanlı kültür, sanat ve ilim aleminde kıymetli şahsiyetler yetişti. Hattatlar vasıtasıyla eski eserler çoğaltılarak, her tarafa dağıtıldı. Damad İbrahim Paşa tarihe meraklı olduğundan birçok tarih kitaplarının yazmaları kontrol edilip, karşılaştırmalı olarak hattatlara yazdırılıp çoğaltıldı. İlmi encümen, heyet ve büroları kurularak, Arapça, Farsça, Yunanca kitaplar tercüme edildi. Bu devirde yapılan saray ve köşklerdeki ilim meclislerine, sohbetlere kıymetli alimler, sanatkarlar, şairler ve edipler katılırdı. Sohbetlere doğu dillerini iyi bilen ve ilim erbabından şair Nedim ayrı bir renk katardı. Nedim, Lale Devrinin günlük hayatını ve İstanbul’un tasvirini: Bu şehr-i Stanbul ki, bi-misl ü behadır; Bir sengine yekpare Acem mülkü fedadır. Bazar-i hüner ma’den-i ilm ü ülemadır. mısralarıyla yapmıştır.
İran meselesi, devlet adamlarının imar faaliyetlerini, ordudaki düzenlemeleri ve meclis toplantılarını istemeyen yabancılar ile yazılan eserlerin yanlış açıklanıp, anlaşılması gibi sebepler, Lale Devrindeki huzur ve ahengi bozdu. Patrona Halil adında devşirme bir tellak yeniçeri, Sultan Üçüncü Ahmed Han sefer hazırlıkları içindeyken ve tatil günü devlet adamlarının yazlıklarda bulundukları esnada isyanı başlattı. 28 Eylül 1730 tarihinde meydana gelen Patrona Halil İsyanıyla Damad İbrahim Paşa ve yakınları, asilerin arzusuyla vazifeden alınıp, öldürüldü (Bkz. Patrona Halil İsyanı). Asiler, seksen sekizinci İslam halifesi ve yirmi üçüncü Osmanlı SultanıÜçüncü Ahmed Hanın da hal’ini istediler. İstanbul’da yapılan yalılar yağma edilip, yıkılarak lale bahçeleri tahrib edildi. Birçok güzide sanat eseri, asi ve yağmacıların tahribine uğradı. Sanatkarlar, şairler, edipler ilim ve devlet adamları, öldürüldü. Damad İbrahim Paşanın öldürülmesi ve Sultan Üçüncü Ahmed Hanın tahttan indirilmesi ile

 Türkiye tarihinde Lale Devri (1718-1730) sona erdi. Bu devir; sulh, sükun, huzur, imar faaliyetleri, güzide sanat eserleri yapılması, ilmi eserlerin çoğaltılarak dağıtılması, ihtiyaç duyulan maddelerin ülkede imalatı için fabrika tesisi, askeri yenilikler, dünyada olup biten yenilik ve olayların takib edilmesi için Viyana (1719) ve Paris’e (1721) elçilik heyetleri gösterilmesi, İstanbul’da itfaiye teşkilatının kurulması; alim, edip, şair ve sanatkarların korunmasına ayrı bir itina gösterilmesi bakımından Türkiye tarihinde ayrı bir yer tuttuğundan çok önemlidir. Padişah ve şairlerin başlattığı gerçek batılılaşma da bu devirde başlamış, fakat bu ve bundan sonra gelecek isyanlar her türlü yenilik faaliyetini neticesiz kılmıştır.


Kaynak